Pediatrik Ortopedi
Pediatrik Ortopedi çocuklarla uğraşır. Bu nedenle, Ortopedi'nin en önemli alt bıranşıdır. Çünkü çocuklarda oluşan ortopedik problemler ilerideki tüm yaşamını etkiler kimi problemler doğuştan vardır, bazıları sonradan ortaya çıkar, hepsinde erken tanı koymak ve zamanında tedavi etmek önemlidir. Doğumsal anomalilerin çoğu aşikardır ve hemen tanı koymak olanaklıdır. Ancak kalça çıkığı ve gerlişim bozuklukları dışarıdan görülemez. Bu nedenle yeni doğan bebeklerin 3 ile 6. Haftalarda ultrasonografi ile kalçalarının kontrol edilmesi gereklidir. Yaklaşık her yeni doğan 100 bebekten 2 sinde doğumsal veya gelişimsel kalça problemi ortaya çıkabilir. Çocuklarda yapılan tüm tedaviler büyüme çağına kadar takip etmeyi gerektir, bu nedenle çocuk ortopedisi sabır ve süreklilik ister, ailenin tedaviye uyumu çok önemlidir.
Hastalık ve Problemler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hastalık ve Problemler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10 Temmuz 2007 Salı
ÇOCUKLARDA GÖZ KAYMASI- ŞAŞILIK
ÇOCUKLARDA GÖZ KAYMASI- ŞAŞILIK
Şaşılık Nedir?Şaşılık (göz kayması) gözlerin birbirine paralel bakmaması durumudur. Doğuştan olabileceği gibi daha ileri yaşlarda da görülebilir. Gözlerde kayma sürekli olmayabilir, çocuk dikkatle yakın bir nesneye baktığında ya da uykusuz, yorgun, ateşli olduğu zamanlarda çıkabilir. Bazı çocuklar güneşte kaymaları arttığı için rahatsız olurlar ve tek gözlerini kapatırlar, bazen de daha iyi görebilmek için başlarını kaymadan duydukları rahatsızlığın en az olduğu pozisyonda tutarlar.
Ne Zaman Görülür?Doğumda bebeklerin gözü gelişimini tamamlamamıştır. Görmenin hemen hemen normal düzeye ulaşması ve renk hissinin gelişmesi 3-4. ayda olur. İlk 3 aylık dönemde gözlerde kayma tespit etmek zordur. Bu dönemdeki bebeklerde çoğu zaman gözler paralel değildir. 3. Aydan sonra gözlerin pozisyonu belirginleşir. 3-4 aydan sonra çocuğunuzun gözünün kaydığını farkederseniz, konuyu mutlaka bir göz doktoruyla görüşün.
Neden Olur?Doğumsal şaşılıklar, genellikle ilk 6 ayda ortaya çıkar. En sık nedeni gözleri hareket ettiren kaslarla bu kasların sinirlerinin uyumsuzluğudur. Doğumsal şaşılıkların daha az görülen nedenleri doğumsal katarakt, tümörler ve enfeksiyondur. Gözü kayan çocuklarda mutlaka göz dibi muayenesi yapılmalıdır.
6. aydan sonra görülen şaşılıkların nedeni göz bozuklukları, çoğunlukla da hipermetropidir. Böylesi durumlarda gözlük kullanımı şaşılığı kısmen veya tamamen düzeltir.
Göz tembelliğiGöz tembelliği gözde herhangi bir hastalık olmaksızın gözün görmeyi öğrenememesine bağlı görme azlığıdır. Görme yeteneği, doğuştan 6 yaşa kadar öğrenilerek kazanılır. Herhangi bir nedenle gözün görmesi engellenirse göz görmeyi öğrenemeyecek ve tembellik gelişecektir. Bunun en sık nedeni şaşılıktır.Daha az rastlanan nedenler arasında doğumsal katarakt, ileri derecede göz bozukluğu (miyopi, hipermetropi, astigmatizma) gibi çocuğun görmesini engelleyecek sorunlar,-özellikle tek gözdeyse- sayılabilir.
Ne zaman ve nasıl tedavi edilir?
Şaşılık ve göz tembelliği temel olarak;
Ameliyatla
Gözlük kullanarak
Tek göz kapatılarak tedavi edilebilir
Doğumsal şaşılıkların tek tedavisi ameliyattır ve erken dönemde yapılmalıdır. Çünkü iki gözle birden görmenin oluşabilmesi için ameliyat mümkün olduğunca erken yapılmalıdır. Yapılabilecek en büyük hata, ameliyatın okul çağına kadar ertelenmesidir.
Göz bozukluğuna bağlı şaşılıklarda gözlük, kaymayı kısmen veya tamamen düzeltebilir. Bazılarında ise, gözlük şaşılığı düzeltmeye yetmez, bu durumda şaşılığın düzelmeyen bölümü ameliyatla düzeltilir.
Göz tembelliğinin tedavisi gören gözün kapatılmasıdır. Burada amacımız, sağlam gözü kapatarak, tembel gözü görmeye zorlamaktır. Kapama tedavisi süresince düzenli göz kontrolleri gereklidir. Gözün ne süreyle kapatılacağına, çocuğun yaşı ve her iki gözdeki görme keskinliğine göre karar veririz.
Yalancı şaşılıkBebeklerin burun köklerinin geniş olması nedeniyle gözlerde içe kayma varmış gibi bir görünüm oluşur. Biz buna yalancı şaşılık diyoruz. Çocuk büyüdkçe, burun kökü daralır ve şaşılık görünümü ortadan kalkar.
Sonuç olarakÇocuğunuzun gözünde kayma olduğundan şüphe ediyorsanız gecikmeden bir göz doktoruna başvurunuz. Ameliyat ihtimali sizi korkutmasın, unutmayın, ameliyat –eğer gerekiyorsa- bazen tek tedavi yöntemidir ve ne kadar erken davranırsanız, çocuğunuzun görmesi o ölçüde korunmuş olur.
Şaşılık Nedir?Şaşılık (göz kayması) gözlerin birbirine paralel bakmaması durumudur. Doğuştan olabileceği gibi daha ileri yaşlarda da görülebilir. Gözlerde kayma sürekli olmayabilir, çocuk dikkatle yakın bir nesneye baktığında ya da uykusuz, yorgun, ateşli olduğu zamanlarda çıkabilir. Bazı çocuklar güneşte kaymaları arttığı için rahatsız olurlar ve tek gözlerini kapatırlar, bazen de daha iyi görebilmek için başlarını kaymadan duydukları rahatsızlığın en az olduğu pozisyonda tutarlar.
Ne Zaman Görülür?Doğumda bebeklerin gözü gelişimini tamamlamamıştır. Görmenin hemen hemen normal düzeye ulaşması ve renk hissinin gelişmesi 3-4. ayda olur. İlk 3 aylık dönemde gözlerde kayma tespit etmek zordur. Bu dönemdeki bebeklerde çoğu zaman gözler paralel değildir. 3. Aydan sonra gözlerin pozisyonu belirginleşir. 3-4 aydan sonra çocuğunuzun gözünün kaydığını farkederseniz, konuyu mutlaka bir göz doktoruyla görüşün.
Neden Olur?Doğumsal şaşılıklar, genellikle ilk 6 ayda ortaya çıkar. En sık nedeni gözleri hareket ettiren kaslarla bu kasların sinirlerinin uyumsuzluğudur. Doğumsal şaşılıkların daha az görülen nedenleri doğumsal katarakt, tümörler ve enfeksiyondur. Gözü kayan çocuklarda mutlaka göz dibi muayenesi yapılmalıdır.
6. aydan sonra görülen şaşılıkların nedeni göz bozuklukları, çoğunlukla da hipermetropidir. Böylesi durumlarda gözlük kullanımı şaşılığı kısmen veya tamamen düzeltir.
Göz tembelliğiGöz tembelliği gözde herhangi bir hastalık olmaksızın gözün görmeyi öğrenememesine bağlı görme azlığıdır. Görme yeteneği, doğuştan 6 yaşa kadar öğrenilerek kazanılır. Herhangi bir nedenle gözün görmesi engellenirse göz görmeyi öğrenemeyecek ve tembellik gelişecektir. Bunun en sık nedeni şaşılıktır.Daha az rastlanan nedenler arasında doğumsal katarakt, ileri derecede göz bozukluğu (miyopi, hipermetropi, astigmatizma) gibi çocuğun görmesini engelleyecek sorunlar,-özellikle tek gözdeyse- sayılabilir.
Ne zaman ve nasıl tedavi edilir?
Şaşılık ve göz tembelliği temel olarak;
Ameliyatla
Gözlük kullanarak
Tek göz kapatılarak tedavi edilebilir
Doğumsal şaşılıkların tek tedavisi ameliyattır ve erken dönemde yapılmalıdır. Çünkü iki gözle birden görmenin oluşabilmesi için ameliyat mümkün olduğunca erken yapılmalıdır. Yapılabilecek en büyük hata, ameliyatın okul çağına kadar ertelenmesidir.
Göz bozukluğuna bağlı şaşılıklarda gözlük, kaymayı kısmen veya tamamen düzeltebilir. Bazılarında ise, gözlük şaşılığı düzeltmeye yetmez, bu durumda şaşılığın düzelmeyen bölümü ameliyatla düzeltilir.
Göz tembelliğinin tedavisi gören gözün kapatılmasıdır. Burada amacımız, sağlam gözü kapatarak, tembel gözü görmeye zorlamaktır. Kapama tedavisi süresince düzenli göz kontrolleri gereklidir. Gözün ne süreyle kapatılacağına, çocuğun yaşı ve her iki gözdeki görme keskinliğine göre karar veririz.
Yalancı şaşılıkBebeklerin burun köklerinin geniş olması nedeniyle gözlerde içe kayma varmış gibi bir görünüm oluşur. Biz buna yalancı şaşılık diyoruz. Çocuk büyüdkçe, burun kökü daralır ve şaşılık görünümü ortadan kalkar.
Sonuç olarakÇocuğunuzun gözünde kayma olduğundan şüphe ediyorsanız gecikmeden bir göz doktoruna başvurunuz. Ameliyat ihtimali sizi korkutmasın, unutmayın, ameliyat –eğer gerekiyorsa- bazen tek tedavi yöntemidir ve ne kadar erken davranırsanız, çocuğunuzun görmesi o ölçüde korunmuş olur.
ÇOCUKLARDA GÖZ HASTALIKLARI
ÇOCUKLARDA GÖZ HASTALIKLARI
Çocukluk çağında göz sağlığına gösterilecek özen, uzun yıllar bize hizmet edecek olan gözlerimiz için temel taşı niteliğindedir.
Anne - baba olarak yavrumuzun gözlerinde dışarıdan bakışımızda dikkatimizi çeken noktaları hekimimizle paylaşmaktan çekinmemeliyiz. Gerçi bu dönemde hekiminiz yavrunuzu düzenli aralıklarla ve dikkatli bir şekilde muayene etmektedir. Ancak sizin dikkat ve özeninizle birlikte bu konudaki ulaşacağımız noktanın perçinlenebileceğini unutmamalıyız.
Bilindiği gibi, gözün gelişim ve görme yeteneği 0-7 yaş boyunca tamamlanmaktadır. Gözde kayma ve bunun gibi nedenlerle bu gelişim engellendiğinde veya gözlük gereksinimi söz konusu olduğunda göz tembelliği (ambliyopi ) kolayca oluşabilmektedir. Bu nedenle göz tembelliğinin olup olmadığının ve gözlük gereksiniminin varsa belirlenmesi amacıyla 2-3 yaşlarda göz hekimince yapılacak muayenenin, erken tanıda büyük önemi bulunmaktadır. Bu yaşlarda göz muayenesi ,göz damlası kullanılarak çocuğun ifadesine gerek kalmaksızın kolayca yapılabilmektedir. Gerektiği taktirde verilecek gözlük, tembellik veya varsa kayma yakınmalarının ilk tedavi basamağını oluşturacaktır.
Kırma kusurları dediğimiz (miyopi, hipermetropi, astigmatizma ) bu gözlük kullanma gereksinimi, genellikle soya çekimle kişiye önceki kuşaklardan intikal etmektedir. O nedenle anne, baba veya büyüklerinizde gözlük kullanma durumu varsa, çocuğunuzun bu yönden muayenesini hatırda tutmalısınız. Çocuklarımız genellikle 2-3 yaşlarından itibaren gözlük taşıyabilmektedirler.Çocuklarda göz muayenesi ne zaman gereklidir?
Gözde kayma veya kayma eğilimi,
Okul çalışmalarında güçlük çekme,
Gözlerde kaşıntı, batma,
Baş ağrısı ve gözlerde yorgunluk,
Çocuk kitabı gözlerine yakın tutuyorsa,
Bir objeyi iyice inceleyeceği zaman başını yana doğru çevirip bakıyorsa
Sınıfta tahtadaki yazıları okumakta güçlük çekiyorsa,
Sık arpacık çıkıyorsa,
bu gibi hallerde göz muayenesi mutlaka gerekli olup, neden gözlük gereksinimi olabilecektir. 0-7 yaş grubundaki çocuklarda, kırma kusurlarının erken dönemde düzeltilmesiyle çocuğumuzun normal gelişim ve başarılı eğitiminin sağlanacağı unutulmamalıdır. Bu nedenle çocukluk çağında yapılacak göz muayenesi önem kazanmaktadır.Yenidoğanda ilk günlerdeki gözde karşılaşılan sulanma, kızarıklık, çapaklanma durumunda çoğu kez göz damlası ile tedavi gerekli ve yeterli olmaktadır. Keza doğum esnasındaki küçük sıyrık, çizik gibi haller de kolayca tedavi edilebilmektedir.
Çocukluk çağında göz sağlığına gösterilecek özen, uzun yıllar bize hizmet edecek olan gözlerimiz için temel taşı niteliğindedir.
Anne - baba olarak yavrumuzun gözlerinde dışarıdan bakışımızda dikkatimizi çeken noktaları hekimimizle paylaşmaktan çekinmemeliyiz. Gerçi bu dönemde hekiminiz yavrunuzu düzenli aralıklarla ve dikkatli bir şekilde muayene etmektedir. Ancak sizin dikkat ve özeninizle birlikte bu konudaki ulaşacağımız noktanın perçinlenebileceğini unutmamalıyız.
Bilindiği gibi, gözün gelişim ve görme yeteneği 0-7 yaş boyunca tamamlanmaktadır. Gözde kayma ve bunun gibi nedenlerle bu gelişim engellendiğinde veya gözlük gereksinimi söz konusu olduğunda göz tembelliği (ambliyopi ) kolayca oluşabilmektedir. Bu nedenle göz tembelliğinin olup olmadığının ve gözlük gereksiniminin varsa belirlenmesi amacıyla 2-3 yaşlarda göz hekimince yapılacak muayenenin, erken tanıda büyük önemi bulunmaktadır. Bu yaşlarda göz muayenesi ,göz damlası kullanılarak çocuğun ifadesine gerek kalmaksızın kolayca yapılabilmektedir. Gerektiği taktirde verilecek gözlük, tembellik veya varsa kayma yakınmalarının ilk tedavi basamağını oluşturacaktır.
Kırma kusurları dediğimiz (miyopi, hipermetropi, astigmatizma ) bu gözlük kullanma gereksinimi, genellikle soya çekimle kişiye önceki kuşaklardan intikal etmektedir. O nedenle anne, baba veya büyüklerinizde gözlük kullanma durumu varsa, çocuğunuzun bu yönden muayenesini hatırda tutmalısınız. Çocuklarımız genellikle 2-3 yaşlarından itibaren gözlük taşıyabilmektedirler.Çocuklarda göz muayenesi ne zaman gereklidir?
Gözde kayma veya kayma eğilimi,
Okul çalışmalarında güçlük çekme,
Gözlerde kaşıntı, batma,
Baş ağrısı ve gözlerde yorgunluk,
Çocuk kitabı gözlerine yakın tutuyorsa,
Bir objeyi iyice inceleyeceği zaman başını yana doğru çevirip bakıyorsa
Sınıfta tahtadaki yazıları okumakta güçlük çekiyorsa,
Sık arpacık çıkıyorsa,
bu gibi hallerde göz muayenesi mutlaka gerekli olup, neden gözlük gereksinimi olabilecektir. 0-7 yaş grubundaki çocuklarda, kırma kusurlarının erken dönemde düzeltilmesiyle çocuğumuzun normal gelişim ve başarılı eğitiminin sağlanacağı unutulmamalıdır. Bu nedenle çocukluk çağında yapılacak göz muayenesi önem kazanmaktadır.Yenidoğanda ilk günlerdeki gözde karşılaşılan sulanma, kızarıklık, çapaklanma durumunda çoğu kez göz damlası ile tedavi gerekli ve yeterli olmaktadır. Keza doğum esnasındaki küçük sıyrık, çizik gibi haller de kolayca tedavi edilebilmektedir.
Çocuk ta DİŞLERE GELEN ANİ DARBELER SONUCU OLUŞAN ZARARLAR
DİŞLERE GELEN ANİ DARBELER SONUCU OLUŞAN ZARARLAR
Çocuklarda özellikle basketbol , voleybol gibi spor faliyetleri sırasında veya düşme nedeniyle oluşan travmalar sonucunda özellikle ön dişler zarar görebilir.
Ancak genelde hastalar böyle bir durumda büyük bir kırık oluşur veya ağrı hissederlerse hemen dişhekimine giderler. Eğer rahatsızlık duymuyorlarsa gitmezler. Oysa bu dişlerde sinir, nekroze olmuşsa ( ölmüşse) bir kaç sene sonra hastanın yüzünde şişlik , ağrı ve dişinde renkleşme meydana gelir.
Kısaca dişlere gelen bu darbeler sonucu kırık meydana gelmese bile dişin sağlığı tehlikeye girebilir.Bu bölgedeki sinir ve damar sıkışmaları nedeniyle bir süre sonra bu dişler canlılığını yitirebilirler.Bu nedenle derhal bir dişhekimine başvurmalıdır. Travma sonrası oluşan diş kırıklarında kırığın büyüklüğü, konumu ve dişin sinirinin açığa çıkıp çıkmaması önemlidir.
· Kırık dişin sadece mine ve dentin tabakasında meydana gelmiş olabilir. ( Eğer dişin siniri açığa çıkmamışsa) bu durumda kırık bölge kompozit dolgu ile ( estetik dolgu ) ile restore edilir veya çok geniş bir alan ise kuron ( kaplama ) yapılması gerekebilir.
Ayrıca dişin canlılığı 2 ay boyunca dişhekimi tarafından kontrol edilmelidir. Çünkü travma sonrası bu bölgedeki damar ve sinirlerin sıkışması sonucu bir süre sonra dişin siniri canlılığını kaybedebilir ve bu durumda kanal tedavisi yapılması zorunludur.Aksi taktirde ileride dişin çekimini gerektirecek sorunlar meydana gelir.
· Kırık sonucu dişin siniri açığa çıkmışsa kanal tedavisi yapılır ve kırık bölgesi yukarıda bahsedilen yöntemlerden biri ile restore edilir. (şekil 1-c)
· Dişle birlikte kökü de kırılmış olabilir.
Eğer bu durum süt dişlerinde meydana gelmişse diş çekilir ve yerine YER TUTUCU yapılması gereklidir. Aksi taktirde komşu dişler çekim boşluğuna kayar ve ileride sürecek olan sürekli dişe yer kalmaz, sonuçta ortodontik bozukluklar ( dişlerde çarpıklık ) meydana gelir..
Fakat kırık sürekli dişlerde meydana gelmişse ve
Kökün 1/3 den fazlası kırılmışsa veya dikine bir kök kırığı mevcutsa diş çekilir. ( şekil 2-c )
Ancak 1/3 den azı kırılmışsa tedavi edilebilir. ( şekil 2-b )
· Bazı durumlarda ise darbe sonrasında diş yerinden oynar ve dişte sallanma görülebilir. Bu durumda sallanan diş normal pozisyonuna getirilir ve dişhekimi tarafından komşu dişlere geçici olarak bağlanarak sabitlenir.
Travma sonrası diş yerinden çıkmışsa :
Çocuklarda sürmekte olan dişlerin etrafındaki periodontal lifler gevşek olduğu için darbe veya düşme sonrası dişler kolaylıkla yerinden çıkabilir. Bu durumda :
< Yerinden çıkan diş kesinlikle atılmamalı ve temizlenerek serum fizyolojik ile yıkanmalı. Hiç bir şey yapılamıyorsa su ile yıkanmalıdır.
< Ancak kesinlikle kök yüzeyine el sürülmemelidir.
< Daha sonra yerinden çıkan diş serum fizyolojik veya süt içinde bir kap içinde saklanarak derhal en kısa zamanda bir diş hekimine başvurmalıdır.
AĞIZ KORUYUCULAR
Ağız koruyucu apareyler özellikle basketbol , voleybol gibi top ile oynanan sporları yapan çocuklarda düşme veya top çarpması sonucu özellikle ön dişlerde meydana gelebilecek kırılmaları engellemek amacıyla kullanılmaktadır.
Aslında bu apareyler 1920 li yıllardan beri sporcular arasında dişleri korumak amacıyla spor esnasında takılmaktadır. Bunlar ortalama 3 mm kalınlığında plastikten yapılır ve özellikle ön dişleri örter, böylece herhangi bir darbe geldiğinde kuvvetlerin dişlere iletilmesini engelleyerek dişlerin aynı zamanda da çene kemiklerinin kırılmasını önler. Çocukların sevmesi için çeşitli renklerde veya şeffaf yapılabilir.
Çocuklarda özellikle basketbol , voleybol gibi spor faliyetleri sırasında veya düşme nedeniyle oluşan travmalar sonucunda özellikle ön dişler zarar görebilir.
Ancak genelde hastalar böyle bir durumda büyük bir kırık oluşur veya ağrı hissederlerse hemen dişhekimine giderler. Eğer rahatsızlık duymuyorlarsa gitmezler. Oysa bu dişlerde sinir, nekroze olmuşsa ( ölmüşse) bir kaç sene sonra hastanın yüzünde şişlik , ağrı ve dişinde renkleşme meydana gelir.
Kısaca dişlere gelen bu darbeler sonucu kırık meydana gelmese bile dişin sağlığı tehlikeye girebilir.Bu bölgedeki sinir ve damar sıkışmaları nedeniyle bir süre sonra bu dişler canlılığını yitirebilirler.Bu nedenle derhal bir dişhekimine başvurmalıdır. Travma sonrası oluşan diş kırıklarında kırığın büyüklüğü, konumu ve dişin sinirinin açığa çıkıp çıkmaması önemlidir.
· Kırık dişin sadece mine ve dentin tabakasında meydana gelmiş olabilir. ( Eğer dişin siniri açığa çıkmamışsa) bu durumda kırık bölge kompozit dolgu ile ( estetik dolgu ) ile restore edilir veya çok geniş bir alan ise kuron ( kaplama ) yapılması gerekebilir.
Ayrıca dişin canlılığı 2 ay boyunca dişhekimi tarafından kontrol edilmelidir. Çünkü travma sonrası bu bölgedeki damar ve sinirlerin sıkışması sonucu bir süre sonra dişin siniri canlılığını kaybedebilir ve bu durumda kanal tedavisi yapılması zorunludur.Aksi taktirde ileride dişin çekimini gerektirecek sorunlar meydana gelir.
· Kırık sonucu dişin siniri açığa çıkmışsa kanal tedavisi yapılır ve kırık bölgesi yukarıda bahsedilen yöntemlerden biri ile restore edilir. (şekil 1-c)
· Dişle birlikte kökü de kırılmış olabilir.
Eğer bu durum süt dişlerinde meydana gelmişse diş çekilir ve yerine YER TUTUCU yapılması gereklidir. Aksi taktirde komşu dişler çekim boşluğuna kayar ve ileride sürecek olan sürekli dişe yer kalmaz, sonuçta ortodontik bozukluklar ( dişlerde çarpıklık ) meydana gelir..
Fakat kırık sürekli dişlerde meydana gelmişse ve
Kökün 1/3 den fazlası kırılmışsa veya dikine bir kök kırığı mevcutsa diş çekilir. ( şekil 2-c )
Ancak 1/3 den azı kırılmışsa tedavi edilebilir. ( şekil 2-b )
· Bazı durumlarda ise darbe sonrasında diş yerinden oynar ve dişte sallanma görülebilir. Bu durumda sallanan diş normal pozisyonuna getirilir ve dişhekimi tarafından komşu dişlere geçici olarak bağlanarak sabitlenir.
Travma sonrası diş yerinden çıkmışsa :
Çocuklarda sürmekte olan dişlerin etrafındaki periodontal lifler gevşek olduğu için darbe veya düşme sonrası dişler kolaylıkla yerinden çıkabilir. Bu durumda :
< Yerinden çıkan diş kesinlikle atılmamalı ve temizlenerek serum fizyolojik ile yıkanmalı. Hiç bir şey yapılamıyorsa su ile yıkanmalıdır.
< Ancak kesinlikle kök yüzeyine el sürülmemelidir.
< Daha sonra yerinden çıkan diş serum fizyolojik veya süt içinde bir kap içinde saklanarak derhal en kısa zamanda bir diş hekimine başvurmalıdır.
AĞIZ KORUYUCULAR
Ağız koruyucu apareyler özellikle basketbol , voleybol gibi top ile oynanan sporları yapan çocuklarda düşme veya top çarpması sonucu özellikle ön dişlerde meydana gelebilecek kırılmaları engellemek amacıyla kullanılmaktadır.
Aslında bu apareyler 1920 li yıllardan beri sporcular arasında dişleri korumak amacıyla spor esnasında takılmaktadır. Bunlar ortalama 3 mm kalınlığında plastikten yapılır ve özellikle ön dişleri örter, böylece herhangi bir darbe geldiğinde kuvvetlerin dişlere iletilmesini engelleyerek dişlerin aynı zamanda da çene kemiklerinin kırılmasını önler. Çocukların sevmesi için çeşitli renklerde veya şeffaf yapılabilir.
Parmak Emme, Emzik Emme ve Dişlere Etkileri
Parmak Emme, Emzik Emme ve Dişlere Etkileri
Soru: Çocuklarda parmak emme,emzik emme, ağızdan soluma, dili dişler arasına getirerek yutkunma gibi bazı kötü alışkanlıklar dişlerin yer değiştirmesine yol açar mı?
Cevap: Evet bu gibi alışkanlıklar zamanla ortodontik bozukluklara yol açacaktır.Bu nedenle anne babalar çocuğu çok iyi bir şekilde gözlemleyerek bu alışkanlıklarından vazgeçirmelidirler.Bu gibi parafonksiyonlar aşağıda bahsedilen sorunlara yol açabilir.
PARMAK EMME ve EMZİK EMME:Emme fonksiyonu yeni doğmuş çocuklarda çok kuvvetlidir.Ancak parmak emme ve dil emme alışkanlıkları ilk 1.5 sene normal olmakla birlikte 2 yaşın sonunda kaybolur.Ancak parmak emme, emzik emme alışkanlığı devam edecek olursa henüz gelişmekte olan kas ve kemik yapıları üzerine basınç uygulayarak dişlerin yer değiştirmesine yol açar. Bu durumda üst ön dişler öne alt ön dişler ise geriye doğru eğilir ve alt ve üst ön dişler arasında açıklık meydana gelir.Alışkanlık bırakılırsa bu açıklık kapanır ancak 3.5 yaşından sonra kalıcılık artar.Parmak emme alışkanlığı gece uyurken de deva ederse daha etkili olur ve bunun sonucunda üst çenede darlık (V şeklinde bir çene kavsi) meydana gelir.
DİLİN DİŞLER ARASINA GETİRİLMESİ:Çocukluk yutkunması: Bebeklerde henüz dişler sürmediği için, bebek yutkunurken dilini dişetlerinin arasına getirir.Ancak dişler sürdükten sonra budevam etmemelidir.Aksi taktirdebu şekilde dilin dişlerin arasına getirilerek yutkunulması sonucu alt ve üst ön dişler arasında dik yönde açıklık meydana gelir.
Tedavisi: Dilin dişlerin arasına girmesini önleyici ortodontik apareyler kullandırılır.
AĞIZDAN NEFES ALMA:Burun tıkanıklığı gibi nedenler ağızdan solumaya yol açar.Bu tip çocuklarda postür değişiklikleri meydana gelir.
Alt çene açıktır
Dil aşağı doğrudur.
Arka dişlerin boyları uzar
Ön dişlerde açıklık artar ve
Uzun yüz sendromu meydana gelir.
Soru: Çocuklarda parmak emme,emzik emme, ağızdan soluma, dili dişler arasına getirerek yutkunma gibi bazı kötü alışkanlıklar dişlerin yer değiştirmesine yol açar mı?
Cevap: Evet bu gibi alışkanlıklar zamanla ortodontik bozukluklara yol açacaktır.Bu nedenle anne babalar çocuğu çok iyi bir şekilde gözlemleyerek bu alışkanlıklarından vazgeçirmelidirler.Bu gibi parafonksiyonlar aşağıda bahsedilen sorunlara yol açabilir.
PARMAK EMME ve EMZİK EMME:Emme fonksiyonu yeni doğmuş çocuklarda çok kuvvetlidir.Ancak parmak emme ve dil emme alışkanlıkları ilk 1.5 sene normal olmakla birlikte 2 yaşın sonunda kaybolur.Ancak parmak emme, emzik emme alışkanlığı devam edecek olursa henüz gelişmekte olan kas ve kemik yapıları üzerine basınç uygulayarak dişlerin yer değiştirmesine yol açar. Bu durumda üst ön dişler öne alt ön dişler ise geriye doğru eğilir ve alt ve üst ön dişler arasında açıklık meydana gelir.Alışkanlık bırakılırsa bu açıklık kapanır ancak 3.5 yaşından sonra kalıcılık artar.Parmak emme alışkanlığı gece uyurken de deva ederse daha etkili olur ve bunun sonucunda üst çenede darlık (V şeklinde bir çene kavsi) meydana gelir.
DİLİN DİŞLER ARASINA GETİRİLMESİ:Çocukluk yutkunması: Bebeklerde henüz dişler sürmediği için, bebek yutkunurken dilini dişetlerinin arasına getirir.Ancak dişler sürdükten sonra budevam etmemelidir.Aksi taktirdebu şekilde dilin dişlerin arasına getirilerek yutkunulması sonucu alt ve üst ön dişler arasında dik yönde açıklık meydana gelir.
Tedavisi: Dilin dişlerin arasına girmesini önleyici ortodontik apareyler kullandırılır.
AĞIZDAN NEFES ALMA:Burun tıkanıklığı gibi nedenler ağızdan solumaya yol açar.Bu tip çocuklarda postür değişiklikleri meydana gelir.
Alt çene açıktır
Dil aşağı doğrudur.
Arka dişlerin boyları uzar
Ön dişlerde açıklık artar ve
Uzun yüz sendromu meydana gelir.
Dişlerde Çarpıklık Ve Etkileri
Dişlerdeki çarpıklıkların (ortodontik bozukluklar) zararları :
Genellikle dişlerdeki çarpıklıkların sadece estetik görüntüyü bozduğu düşünülür.Halbuki bunun ağız diş sağlığı üzerinde zararlı etkileri vardır.
Öncelikle çiğneme düzeni etkilenir
Dişlerin çarpık ve düzensiz olması, yemek birikimine elverişli ortam hazırlar. Sonuçta ağız hijyeni bozulur , çürüğe ve dişeti hastalıklarına yolaçar.
Dişler normal konumlarında değilse bazı seslerin oluşumu bozulur ve konuşma bozuklukları meydana gelir.
Temporomandibuler eklem ( çene eklemi) hastalıkları görülebilir.
SORU: Çocuklarda ortodontik bozukluk olup olmadığı nasıl anlaşılır?
Çocukların dişleri kontrol edilerek herhangi bir ortodontik bozukluk olup olmadığı belirlenmelidir. Bu evde anne baba tarafından da yapılabilir.. Ama tabii ki mutlaka bunun bir ortodonti uzmanına kontrol ettirilmesi gerekmektedir.
Çocuğunuz dişlerini kapattığı zaman alt ve üst büyükazı ve küçükazı dişleri karşılıklı olarak kapanmalı arada açıklık olmamalıdır ( şekil 1). ( Ancak sürekli dişlerin yeni sürdüğü dönemlerde aralık olabilir)
Üst çene alt çeneye göre bir miktar daha önde konumlanmalıdır.Eğer çocuğunuzun alt ön dişleri üst dişlerinin daha önünde yer alıyorsa veya başbaşa kapanıyorsa ortodontik bozukluk sözkonusudur ( şekil 4) Aynı şekilde üst dişlerin de aşırı miktarda önde olması (dişleklik olarak adlandırılan konum) bir ortodontik bozukluktur (şekil 3 ).
Dişler birbiri üzerine binmiş bir şekilde çarpık olmamalıdır ( şekil 2).
Komşu dişler birbirleriyle temas etmeli arada açıklıklar olmamalıdır..
Ön dişler arasındaki aralıklar( diastemalar):
Çocuklarda üst ön orta kesici dişler ilk sürdüğü zamanlarda arasında aralık görülebilir. Ve bu aralık genelde zamanla diğer dişlerin çıkmasıyla kapanır. Ancak BAZI VAKALARDA üst dudak kasının dişeti ile olan kas bağlantısı ( frenulum ) iki diş arasına kadar uzanır.İşte bu durumda bu kas bağlantısının cerrahi operasyonla biran önce ortadan kaldırılması gerekir. Aksi taktirde diğer dişler sürse bile bu aralık kapanmayacaktır.
Bazı vakalarda ise çene kavsi geniş buna karşılık dişler küçüktür. Bu nedenle de dişler arasında aralıklar meydana gelir. Ortodontik tedavi yapılarak ( tel takılarak) düzeltilir.
Genellikle dişlerdeki çarpıklıkların sadece estetik görüntüyü bozduğu düşünülür.Halbuki bunun ağız diş sağlığı üzerinde zararlı etkileri vardır.
Öncelikle çiğneme düzeni etkilenir
Dişlerin çarpık ve düzensiz olması, yemek birikimine elverişli ortam hazırlar. Sonuçta ağız hijyeni bozulur , çürüğe ve dişeti hastalıklarına yolaçar.
Dişler normal konumlarında değilse bazı seslerin oluşumu bozulur ve konuşma bozuklukları meydana gelir.
Temporomandibuler eklem ( çene eklemi) hastalıkları görülebilir.
SORU: Çocuklarda ortodontik bozukluk olup olmadığı nasıl anlaşılır?
Çocukların dişleri kontrol edilerek herhangi bir ortodontik bozukluk olup olmadığı belirlenmelidir. Bu evde anne baba tarafından da yapılabilir.. Ama tabii ki mutlaka bunun bir ortodonti uzmanına kontrol ettirilmesi gerekmektedir.
Çocuğunuz dişlerini kapattığı zaman alt ve üst büyükazı ve küçükazı dişleri karşılıklı olarak kapanmalı arada açıklık olmamalıdır ( şekil 1). ( Ancak sürekli dişlerin yeni sürdüğü dönemlerde aralık olabilir)
Üst çene alt çeneye göre bir miktar daha önde konumlanmalıdır.Eğer çocuğunuzun alt ön dişleri üst dişlerinin daha önünde yer alıyorsa veya başbaşa kapanıyorsa ortodontik bozukluk sözkonusudur ( şekil 4) Aynı şekilde üst dişlerin de aşırı miktarda önde olması (dişleklik olarak adlandırılan konum) bir ortodontik bozukluktur (şekil 3 ).
Dişler birbiri üzerine binmiş bir şekilde çarpık olmamalıdır ( şekil 2).
Komşu dişler birbirleriyle temas etmeli arada açıklıklar olmamalıdır..
Ön dişler arasındaki aralıklar( diastemalar):
Çocuklarda üst ön orta kesici dişler ilk sürdüğü zamanlarda arasında aralık görülebilir. Ve bu aralık genelde zamanla diğer dişlerin çıkmasıyla kapanır. Ancak BAZI VAKALARDA üst dudak kasının dişeti ile olan kas bağlantısı ( frenulum ) iki diş arasına kadar uzanır.İşte bu durumda bu kas bağlantısının cerrahi operasyonla biran önce ortadan kaldırılması gerekir. Aksi taktirde diğer dişler sürse bile bu aralık kapanmayacaktır.
Bazı vakalarda ise çene kavsi geniş buna karşılık dişler küçüktür. Bu nedenle de dişler arasında aralıklar meydana gelir. Ortodontik tedavi yapılarak ( tel takılarak) düzeltilir.
Biberon çürüğü nedir?
Biberon çürüğü nedir?
Normal koşullarda süt sıvı bir besin maddesi olduğundan ağızda çok kalmaz ve çürük oluşumuna neden olmaz. Ancak halkımız arasında çocuğun şekerli süt ile doldurulmuş biberonla beslenmesi ve bala veya reçele batırılmış yalancı emziğin uyumadan önce emdirilmesi yaygın bir alışkanlıktır. Ayrıca bazı anneler bebeklerini 2 sene gibi uzun bir süre anne sütü ile beslemektedirler. İşte bu şekilde beslenen çocuklarda 2-6 yaş arasında özellikle üst ön dişlerde yaygın kahverengi çürükler görülmektedir. Hatta çok ileri vakalarda dişlerin tamamı çürümektedir. Bu olay biberon çürüğü olarak adlandırılır. Etken devam ederse süt azılar da etkilenir.
Normal koşullarda süt sıvı bir besin maddesi olduğundan ağızda çok kalmaz ve çürük oluşumuna neden olmaz. Ancak halkımız arasında çocuğun şekerli süt ile doldurulmuş biberonla beslenmesi ve bala veya reçele batırılmış yalancı emziğin uyumadan önce emdirilmesi yaygın bir alışkanlıktır. Ayrıca bazı anneler bebeklerini 2 sene gibi uzun bir süre anne sütü ile beslemektedirler. İşte bu şekilde beslenen çocuklarda 2-6 yaş arasında özellikle üst ön dişlerde yaygın kahverengi çürükler görülmektedir. Hatta çok ileri vakalarda dişlerin tamamı çürümektedir. Bu olay biberon çürüğü olarak adlandırılır. Etken devam ederse süt azılar da etkilenir.
Çocuk ta FİSSÜR ÖRTÜCÜLER
FİSSÜR ÖRTÜCÜLER
Fissur nedir?
Çocuklarda diş çürükleri ile oldukça sık karşılaşılır. Diş yüzeylerine yapışan bakteri plakları asit üreterek çürüğe yol açar.Arka dişlerin çiğneyici yüzeylerindeki gelişim olukları “ fissur ” olarak adlandırılır ve bu retantif bölgeler bakteri plağı birikimi için çok elverişlidir. Ayrıca bu oluklar çürüğe daha yatkındır. Çünkü :
Diş minesi bu bölgede diğer yüzeylere oranla daha incedir.
Fırçalama ile diş yüzeyindeki besinler ve plak uzaklaştırılır ancak bu fissurler tek bir diş fırçası kılının bile giremeyeceği kadar dardır ve genellikle damla şeklindedir, bu nedenle en iyi diş fırçalama tekniği ile bile bu bölgedeki bakteri plakları tamamen temizlenemez.
Fissur örtücü nedir?
Fissur örtücüler, arka dişler üzerindeki bu oluklara uygulanan şeffaf veya beyaz renkte sıvı şeklinde plastik esaslı maddelerdir. Diş minesine yapışarak çürük oluşumuna engel olur. Sıvı şeklinde olduğundan diş yüzeyindeki bu olukların içine tamamen akarak tutunur ve böylece diş yüzeyinden herhangi bir aşındırma işlemi yapmaksızın uygulanır ve yükseklik oluşturmaz.
Kimlere uygulanır?
Fissur çürükleri çocuklarda ve gençlerde daha kolay oluşur bu nedenle özellikle sürekli dişleri yeni sürmüş çocuklarda uygulanmalıdır.
Diş üzerinde herhangi bir aşındırma işlemi yapılmadığından ağrısız bir işlemdir ve sadece birkaç dakika sürer.
Bazı durumlarda ise dişin çiğneyici yüzeyinin bir kısmında çürük oluşmuştur diğer kısımlar ise sağlamdır. Bu durumda çürük olan bölgeye dolgu yapılır ve kalan sağlam fissurleri çürüğe karşı korumak için fissur örtücü uygulanır. (Şekildeki azı dişinde bir çürük boşluğu görülmektedir bu bölgedeki çürük temizlendikten sonra estetik dolgu ile doldurulmuş ve kalan fissurler beyaz renkteki fissur örtücü ile kapatılmıştır ) .
Unutmayınız !
Çürüğü önlemenin tek yolu fissur örtücü uygulamak değildir. Çünkü fissur örtücüler sadece arka dişleri ve bunların çiğneyici yüzeylerini korur.
Bu nedenle çürükten tamamen korunmak için düzenli diş fırçalamalı, diş ipi ve fluorürlü gargaralar kullanmalı ve şekerli besinleri kısıtlı miktarda tüketmelidir.
Fissur nedir?
Çocuklarda diş çürükleri ile oldukça sık karşılaşılır. Diş yüzeylerine yapışan bakteri plakları asit üreterek çürüğe yol açar.Arka dişlerin çiğneyici yüzeylerindeki gelişim olukları “ fissur ” olarak adlandırılır ve bu retantif bölgeler bakteri plağı birikimi için çok elverişlidir. Ayrıca bu oluklar çürüğe daha yatkındır. Çünkü :
Diş minesi bu bölgede diğer yüzeylere oranla daha incedir.
Fırçalama ile diş yüzeyindeki besinler ve plak uzaklaştırılır ancak bu fissurler tek bir diş fırçası kılının bile giremeyeceği kadar dardır ve genellikle damla şeklindedir, bu nedenle en iyi diş fırçalama tekniği ile bile bu bölgedeki bakteri plakları tamamen temizlenemez.
Fissur örtücü nedir?
Fissur örtücüler, arka dişler üzerindeki bu oluklara uygulanan şeffaf veya beyaz renkte sıvı şeklinde plastik esaslı maddelerdir. Diş minesine yapışarak çürük oluşumuna engel olur. Sıvı şeklinde olduğundan diş yüzeyindeki bu olukların içine tamamen akarak tutunur ve böylece diş yüzeyinden herhangi bir aşındırma işlemi yapmaksızın uygulanır ve yükseklik oluşturmaz.
Kimlere uygulanır?
Fissur çürükleri çocuklarda ve gençlerde daha kolay oluşur bu nedenle özellikle sürekli dişleri yeni sürmüş çocuklarda uygulanmalıdır.
Diş üzerinde herhangi bir aşındırma işlemi yapılmadığından ağrısız bir işlemdir ve sadece birkaç dakika sürer.
Bazı durumlarda ise dişin çiğneyici yüzeyinin bir kısmında çürük oluşmuştur diğer kısımlar ise sağlamdır. Bu durumda çürük olan bölgeye dolgu yapılır ve kalan sağlam fissurleri çürüğe karşı korumak için fissur örtücü uygulanır. (Şekildeki azı dişinde bir çürük boşluğu görülmektedir bu bölgedeki çürük temizlendikten sonra estetik dolgu ile doldurulmuş ve kalan fissurler beyaz renkteki fissur örtücü ile kapatılmıştır ) .
Unutmayınız !
Çürüğü önlemenin tek yolu fissur örtücü uygulamak değildir. Çünkü fissur örtücüler sadece arka dişleri ve bunların çiğneyici yüzeylerini korur.
Bu nedenle çürükten tamamen korunmak için düzenli diş fırçalamalı, diş ipi ve fluorürlü gargaralar kullanmalı ve şekerli besinleri kısıtlı miktarda tüketmelidir.
Çocuk ta Diş Çürüklerini Önlemenin Yolları
Diş çürüklerini önlemek veya en aza indirmek için ne gibi önlemler alınabilir?
Ağzımızda 60-70 tür bakteri bulunmaktadır.Araştırmacılar bu bakterilerin gıdalardaki şekerle beslendiğini ve atık ürünler olarak asit ürettiklerini tespit etmişlerdir.Asit dişin minesinin çözünmesine yol açar ve çürüme süreci başlar (şekil 1).Karbonhidratlı yiyecek ve içecekler diş çürüğüne daha fazla sebep olmaktadır.
Yemek yeme sıklığı ile diş çürümesi insidansı arasında bir ilişki vardır.Yiyecek ve içecekler ne kadar sık tüketilirse dişlerdeki potansiyel çürük tehlikesi o kadar fazla olmaktadır.Günde yaklaşık 6 kez yemenin ve içmenin (fluorlu bir diş macunuyla iyi bir ağız temizliği sağlanması şartıyla) pek çok kişi için güvenli olduğu kanıtlanmıştır.
Tükürük , çürüklere karşı korumada hayati rol oynar.Tükürük, dişlere temas eder etmez iki mineral ( fosfor ve kalsiyum) açığa çıkarır.Bu mineraller diş minesine nüfuz eder ve dişin remineralizasyon (onarım) süreci başlar.Ağızdaki fluor da bu onarımı takviye eder (şekil 2).
Bütün bunlara ilaveten, tükürükte tampon vazifesi gören başka maddeler de vardır. Bunlar bakteriler tarafından üretilen asidi nötralize ederek ağızdaki ve diş yüzeyindeki asit seviyesini düşürür.İşte bu sebeple diş çürüklerini önlemek amacıyla öğünler arasında 2-3 saat zaman bırakılmalı ve sık sık atıştırmamalıdır. Böylece ağızdaki mikroorganizmaların ürettiği asit sonucu dişlerde meydana gelen mineral kaybı, tükürükteki mineraller tarafından onarılabilir. Tükürüğün oynadığı diğer önemli bir rol de yiyecek parçalarının dişlerden ve ağızdan uzaklaştırılmasıdır. Uyurken herkesin ağzı kurur. Bu süre içinde ağız temizliği çok yavaştır. Bu nedenle yatmadan önce dişleri fırçalamak ve tekrar bir şey yememek çok önemlidir.
Öğünler arasında ise yemeklerden sonra 20 dakika süre ile şekersiz veya suni şekerle tatlandırılmış sakızların çiğnenmesi tükürük miktarını arttırır. Böylece hem dişler temizlenir hem de ağzımızdaki mikroorganizmaların yediğimiz yemekleri parçalaması sonucu açığa çıkan asidik pH normale döner. Ayrıca tükürükteki mineralller de dişteki mineral kaybını onarmış olur.
Günümüzde oldukça basit birkaç çürük önleme yöntemi vardır:
1-Akılcı beslenme alışkanlığı:
Daha az karbonhidratlı yiyecekler yemek ve içmek
Yeme/içme sıklığını günde yaklaşık 6 kere ile sınırlamak.
2-Dişlerin temizlenmesi:Dişler fluorlu bir dişmacunu kullanılarak günde 2 kez iyice fırçalanmalıdır. Ayrıca dişipi kullanılarak fırçanın erişemediği ara yüzeyler mutlaka temizlenmelidir.
Düzenli diş fırçalama, dişetlerinin sağlıklı kalmasına da yardımcı olur. Dikkat edilecek bir nokta da diş fırçalanması sırasında kuru ve küçük saplı bir diş fırçası kullanılmasıdır. Yapılan araştırmalar sonucunda; bir diş fırçasının 24 saatte kuruduğu ve ıslak diş fırçası ile yeterince etkili bir fırçalama yapılamadığı kanıtlanmıştır. Ayrıca ıslak diş fırçaları daha fazla mikroorganizma içermektedirler. İşte bu sebepten ötürü bir kişinin ideal olarak 2 ayrı renkte 2 diş fırçasının olması ve sabah - akşam diş fırçalanması sırasında bu farklı fırçaları kullanmaları önerilmektedir. Böylece fırçanın 24 saat kurumasına olanak sağlanarak daha etkili bir ağız temizliği yapılır.
3-Fluor kullanılması:Fluorlu diş macunu ve gargaralar tükürüğe fluor sağlar ve onarıma yardımcı olur. Fluor; tablet, gargara ve jel şeklinde satılır ve diş çürüklerinin önlenmesinde son derece etkilidir. Ancak erken yaşlarda çok fazla alınan fluor, sürekli dişlerin ön yüzeylerinde benek oluşumu olan fluorozise yol açabilir. Bu nedenle fluor alınması sırasında diş hekiminin önerilerine uyulmalıdır.
Fluor:Sentezi vucudumuz tarafından yapılmayan, ancak sağlam kemiklere ve dişlere sahip olabilmemiz için mutlaka gerekli bir elementtir. İki biçimde etki ederek dişleri çürümelere karşı korur.
a) Sistemik yolla: Henüz dişleri çıkmamış çocuklarda, ağız yoluyla sistemik olarak alınan fluor tabletleri dişleri güçlendirir.
b) Lokal yolla: Fluorürlü diş macunlarının kullanılması, fluorürlü gargaraların yapılması, ayrıca fluor tabletlerinin emilerek kullanılması diş yüzeyi ile fluorun doğrudan temasına yol açar.Bu mineral diş minesi üzerinde birikerek, minenin kaybettiği mineralleri yeniden kazanmasını sağlar
Fluor ve hamilelik: Fransız bilimadamları, hamile kadınların fluor alması durumunda, bebeğin de bundan yararlandığını kanıtlamışlardır. Doğal bir filtre olan plasenta, fluorun bir kısmının geçişine izin vermektedir. Gebeliğin 4.ayından itibaren bebeğin süt dişleri oluşmaya başlar; fluor takviyesi, çıkacak süt dişlerini çürüklere karşı daha iyi korur ve sağlıklı dişler olarak gelişmesini sağlar.
Annenin de hamilelik sırasında fluor takviyesine ihtiyacı vardır, gebelikte annenin dişleri demineralizasyona (mineral kaybı) karşı oldukça hassastır. Bu mineral kaybı, dışarıdan fluor alınarak büyük ölçüde engellenebilir.
Fluor almaya mümkün olduğunca erken başlanması (gebeliğin 4.ayından itibaren) ve çocuğun kalıcı dişleri tamamen gelişene kadar ( 14-16 yaş) devam edilmesi önerilmektedir.
4- Fissür örtücüler:Arka dişlerin çiğneyici yüzeylerindeki oluklar fissür olarak adlandırılır ve bunlar “fissür örtücü” denilen çok akışkan kıvamdaki bir çeşit dolgu maddesi ile kapatılmalıdır. Böylece ekstra koruma sağlanabilir. Bu materyaller bakteriler ile dişlerin temizlenmesi en zor olan çukur yüzeyleri arasında temasın önlenmesine yardımcı olurlar. Fissür örtücüler özellikle küçük çocuklar için yararlıdır. Çünkü sürekli 1.azılar 6 yaşında ( henüz süt dişleri dökülmeden) sürer ve genellikle bu yaştaki çocuklarda ağız-diş temizleme bilinci tam olarak gelişmemiştir. Ayrıca bu dişlerin en arka bölgede konumlanmalarından dolayı çocuk bu dişleri yeterince temizleyemez ve genelde bu dişler çürümeye maruz kalır. Maalesef ebeveynler tarafından bu dişlerin süt dişleri ile karıştırılması ve çürük farkedilse bile “nasıl olsa yerine yenisi çıkacak” düşüncesiyle çocuğun dişhekimine götürülmemesi sonucunda çürük ilerler ve sonuçta dişin çekilmesi gerekebilir. İşte bu nedenle 1. azı dişlerine 6 yaşında sürer sürmez, fissür örtücü uygulanması, çürük oluşma riskini azaltacaktır.
Fissür örtücüler ve çürükten korunma ile ilgili ayrıntı bilgi için tıklayınız
5- Periyodik dişhekimi kontrolü:Periyodik olarak dişhekimine kontrole gidilmesi, çürüklerin erken farkedilmesine ve ilerlemeden kolayca tedavisine imkan verir.
Ağzımızda 60-70 tür bakteri bulunmaktadır.Araştırmacılar bu bakterilerin gıdalardaki şekerle beslendiğini ve atık ürünler olarak asit ürettiklerini tespit etmişlerdir.Asit dişin minesinin çözünmesine yol açar ve çürüme süreci başlar (şekil 1).Karbonhidratlı yiyecek ve içecekler diş çürüğüne daha fazla sebep olmaktadır.
Yemek yeme sıklığı ile diş çürümesi insidansı arasında bir ilişki vardır.Yiyecek ve içecekler ne kadar sık tüketilirse dişlerdeki potansiyel çürük tehlikesi o kadar fazla olmaktadır.Günde yaklaşık 6 kez yemenin ve içmenin (fluorlu bir diş macunuyla iyi bir ağız temizliği sağlanması şartıyla) pek çok kişi için güvenli olduğu kanıtlanmıştır.
Tükürük , çürüklere karşı korumada hayati rol oynar.Tükürük, dişlere temas eder etmez iki mineral ( fosfor ve kalsiyum) açığa çıkarır.Bu mineraller diş minesine nüfuz eder ve dişin remineralizasyon (onarım) süreci başlar.Ağızdaki fluor da bu onarımı takviye eder (şekil 2).
Bütün bunlara ilaveten, tükürükte tampon vazifesi gören başka maddeler de vardır. Bunlar bakteriler tarafından üretilen asidi nötralize ederek ağızdaki ve diş yüzeyindeki asit seviyesini düşürür.İşte bu sebeple diş çürüklerini önlemek amacıyla öğünler arasında 2-3 saat zaman bırakılmalı ve sık sık atıştırmamalıdır. Böylece ağızdaki mikroorganizmaların ürettiği asit sonucu dişlerde meydana gelen mineral kaybı, tükürükteki mineraller tarafından onarılabilir. Tükürüğün oynadığı diğer önemli bir rol de yiyecek parçalarının dişlerden ve ağızdan uzaklaştırılmasıdır. Uyurken herkesin ağzı kurur. Bu süre içinde ağız temizliği çok yavaştır. Bu nedenle yatmadan önce dişleri fırçalamak ve tekrar bir şey yememek çok önemlidir.
Öğünler arasında ise yemeklerden sonra 20 dakika süre ile şekersiz veya suni şekerle tatlandırılmış sakızların çiğnenmesi tükürük miktarını arttırır. Böylece hem dişler temizlenir hem de ağzımızdaki mikroorganizmaların yediğimiz yemekleri parçalaması sonucu açığa çıkan asidik pH normale döner. Ayrıca tükürükteki mineralller de dişteki mineral kaybını onarmış olur.
Günümüzde oldukça basit birkaç çürük önleme yöntemi vardır:
1-Akılcı beslenme alışkanlığı:
Daha az karbonhidratlı yiyecekler yemek ve içmek
Yeme/içme sıklığını günde yaklaşık 6 kere ile sınırlamak.
2-Dişlerin temizlenmesi:Dişler fluorlu bir dişmacunu kullanılarak günde 2 kez iyice fırçalanmalıdır. Ayrıca dişipi kullanılarak fırçanın erişemediği ara yüzeyler mutlaka temizlenmelidir.
Düzenli diş fırçalama, dişetlerinin sağlıklı kalmasına da yardımcı olur. Dikkat edilecek bir nokta da diş fırçalanması sırasında kuru ve küçük saplı bir diş fırçası kullanılmasıdır. Yapılan araştırmalar sonucunda; bir diş fırçasının 24 saatte kuruduğu ve ıslak diş fırçası ile yeterince etkili bir fırçalama yapılamadığı kanıtlanmıştır. Ayrıca ıslak diş fırçaları daha fazla mikroorganizma içermektedirler. İşte bu sebepten ötürü bir kişinin ideal olarak 2 ayrı renkte 2 diş fırçasının olması ve sabah - akşam diş fırçalanması sırasında bu farklı fırçaları kullanmaları önerilmektedir. Böylece fırçanın 24 saat kurumasına olanak sağlanarak daha etkili bir ağız temizliği yapılır.
3-Fluor kullanılması:Fluorlu diş macunu ve gargaralar tükürüğe fluor sağlar ve onarıma yardımcı olur. Fluor; tablet, gargara ve jel şeklinde satılır ve diş çürüklerinin önlenmesinde son derece etkilidir. Ancak erken yaşlarda çok fazla alınan fluor, sürekli dişlerin ön yüzeylerinde benek oluşumu olan fluorozise yol açabilir. Bu nedenle fluor alınması sırasında diş hekiminin önerilerine uyulmalıdır.
Fluor:Sentezi vucudumuz tarafından yapılmayan, ancak sağlam kemiklere ve dişlere sahip olabilmemiz için mutlaka gerekli bir elementtir. İki biçimde etki ederek dişleri çürümelere karşı korur.
a) Sistemik yolla: Henüz dişleri çıkmamış çocuklarda, ağız yoluyla sistemik olarak alınan fluor tabletleri dişleri güçlendirir.
b) Lokal yolla: Fluorürlü diş macunlarının kullanılması, fluorürlü gargaraların yapılması, ayrıca fluor tabletlerinin emilerek kullanılması diş yüzeyi ile fluorun doğrudan temasına yol açar.Bu mineral diş minesi üzerinde birikerek, minenin kaybettiği mineralleri yeniden kazanmasını sağlar
Fluor ve hamilelik: Fransız bilimadamları, hamile kadınların fluor alması durumunda, bebeğin de bundan yararlandığını kanıtlamışlardır. Doğal bir filtre olan plasenta, fluorun bir kısmının geçişine izin vermektedir. Gebeliğin 4.ayından itibaren bebeğin süt dişleri oluşmaya başlar; fluor takviyesi, çıkacak süt dişlerini çürüklere karşı daha iyi korur ve sağlıklı dişler olarak gelişmesini sağlar.
Annenin de hamilelik sırasında fluor takviyesine ihtiyacı vardır, gebelikte annenin dişleri demineralizasyona (mineral kaybı) karşı oldukça hassastır. Bu mineral kaybı, dışarıdan fluor alınarak büyük ölçüde engellenebilir.
Fluor almaya mümkün olduğunca erken başlanması (gebeliğin 4.ayından itibaren) ve çocuğun kalıcı dişleri tamamen gelişene kadar ( 14-16 yaş) devam edilmesi önerilmektedir.
4- Fissür örtücüler:Arka dişlerin çiğneyici yüzeylerindeki oluklar fissür olarak adlandırılır ve bunlar “fissür örtücü” denilen çok akışkan kıvamdaki bir çeşit dolgu maddesi ile kapatılmalıdır. Böylece ekstra koruma sağlanabilir. Bu materyaller bakteriler ile dişlerin temizlenmesi en zor olan çukur yüzeyleri arasında temasın önlenmesine yardımcı olurlar. Fissür örtücüler özellikle küçük çocuklar için yararlıdır. Çünkü sürekli 1.azılar 6 yaşında ( henüz süt dişleri dökülmeden) sürer ve genellikle bu yaştaki çocuklarda ağız-diş temizleme bilinci tam olarak gelişmemiştir. Ayrıca bu dişlerin en arka bölgede konumlanmalarından dolayı çocuk bu dişleri yeterince temizleyemez ve genelde bu dişler çürümeye maruz kalır. Maalesef ebeveynler tarafından bu dişlerin süt dişleri ile karıştırılması ve çürük farkedilse bile “nasıl olsa yerine yenisi çıkacak” düşüncesiyle çocuğun dişhekimine götürülmemesi sonucunda çürük ilerler ve sonuçta dişin çekilmesi gerekebilir. İşte bu nedenle 1. azı dişlerine 6 yaşında sürer sürmez, fissür örtücü uygulanması, çürük oluşma riskini azaltacaktır.
Fissür örtücüler ve çürükten korunma ile ilgili ayrıntı bilgi için tıklayınız
5- Periyodik dişhekimi kontrolü:Periyodik olarak dişhekimine kontrole gidilmesi, çürüklerin erken farkedilmesine ve ilerlemeden kolayca tedavisine imkan verir.
Çocuklarda diş temizliğine ne zaman başlanmalıdır?
Çocuklarda diş temizliğine ne zaman başlanmalıdır?
YAŞ
UYGULAMA
6 ay
Temiz bir tülbent ya da gazlı bez ile sabah ve gece beslenmesi sonrası dişlerin silinmesi, ara beslenme sonrası su içirilmesi
1- 1.5 yaş
İlk süt azı dişlerinin sürmesi ile macunsuz fırçalamaya başlanması ( sabah ve gece yatmadan)
3-6 yaş
Süt dişlerinin tamamlanması ile florürlü diş macunu ile günde iki defa fırçalama yapılması.
6 yaş ve sonrası (*)
Fırçalamanın yanısıra dişipi kullanımına başlanması
(*) Her fırçalama sonrası mutlaka ebeveyn kontrolü yapılmalıdır.
YAŞ
UYGULAMA
6 ay
Temiz bir tülbent ya da gazlı bez ile sabah ve gece beslenmesi sonrası dişlerin silinmesi, ara beslenme sonrası su içirilmesi
1- 1.5 yaş
İlk süt azı dişlerinin sürmesi ile macunsuz fırçalamaya başlanması ( sabah ve gece yatmadan)
3-6 yaş
Süt dişlerinin tamamlanması ile florürlü diş macunu ile günde iki defa fırçalama yapılması.
6 yaş ve sonrası (*)
Fırçalamanın yanısıra dişipi kullanımına başlanması
(*) Her fırçalama sonrası mutlaka ebeveyn kontrolü yapılmalıdır.
ÇOCUKLARDA DİŞLERİN SÜRME DÖNEMLERİ
ÇOCUKLARDA DİŞLERİN SÜRME DÖNEMLERİ
Çocuklarda diş tedavisi sırasında ilk dikkat edilecek nokta dişlenme durumunun saptanmasıdır. Diş sürmesi bakımından çocuk, değişik dönemlerde olabilir:
Henüz süt dişlerinin sürmediği dişsiz dönem
Süt dişlerinin sürmekte olduğu dönem
Süt dişi dizisinin tamamlandığı dönem
Altı yaş dişinin ( 1. azı) sürme dönemi
Karışık dişlenme veya transizyon dönemi
Sürekli diş dizisinin tamam olduğu dönem
Muayene esnasında çocuğun bu dönemlerden hangisinde olduğu ve dişlenme durumu ile kronolojik yaşın birbirine uyup uymadığı kontrol edilmelidir.
Soru: Süt dişleri ne zaman sürmeye başlar?Cevap:Süt dişlerinin sürmesi genellikle, her 6 ayda bir gurup dişin sürmesi şeklinde olur.6-12. aylar arasında sırasıyla alt 1, üst 1, üst 2 alt 2 olmak üzere kesici dişler , 12-18.aylar arasında birinci süt azıları, 18-24. aylar arasında süt kaninleri , 24-30. aylar arasında ise ikinci süt azıları sürerler
Soru:Süt dişlerinin geç sürmesinin nedenleri nelerdir?Cevap: Süt dişlerinin sürme gecikmeleri bir tek, bir gurup yada bütün bir dizisini birden ilgilendirebilir.Bu durum yerel ya da genel bir neden sebebiyle olabilir.
Lokal nedenler: Sürme kistleri: Böyle bir durumda lokal anestezi ile açılarak dişin kuronu meydana çıkarılır hamilelik esnasında röntgen tedavisi de dişlerin geç sürmesine neden olabilir.
Genel Nedenler: Irsiyet, D vitamini eksikliği, hiotiroidizm, virütik hastalıklar (hamileliğin 9. haftasından önce kızıl, kızamık gibi virütik hastalıklar geçiren annelerin çocuklarında ilk diş sürmesi 11.5 uncu aya kadar uzayabilir) , kronik enfeksiyonlar ve erken doğum da sürme zamanını etkileyebilir.
Soru: Sürekli dişler ne zaman sürmeye başlar?Cevap:
DİŞLER
SÜRME ZAMANLARI
1 (Orta kesici)
7 yaş
2 (yan kesici)
8 yaş
3 (kanin)
10 yaş
4 (1. Küçük azı)
9 yaş
5 (2. Küçük azı)
11 yaş
6 ( 1. Azı)
6 yaş
7 (2. Azı)
12 yaş
8 (3. Azı - 20 yaş dişi)
17-21 yaş
Soru: Sürekli dişlerin geç sürmesinin sebepleri nelerdir?Cevap:Bu yerel ya da genel bir sebebe bağlı olabilirYerel etkenler: Süt dişlerinin köklerinin rezorpsiyon gecikmeleri, sürekli diş sürmesinde gecikmeye yol açar.Süt dişinin kökünde meydana gelen bir kist,alttaki dişin sürmesi için bir engel olabilir.İkinci süt azısının erken düşmesi sonucu, altı yaş dişinin o boşluğa kayması ile çekim boşluğunun kapanması küçük azı dişlerinin normal zamanda sürmelerini engeller.Bu nedenle süt dişleri nasıl olsa düşecek diye düşünüp gerekli ağız bakımının sağlanmaması süt dişlerinin çürümesine ve erken çekimine, dolayısıyla da sürekli dişlerin sürmelerinde problemlere yol açmaktadır.Genel Etkenler:Irsiyet,vitamin eksikliği, raşitizm ve hormonal bozukluklar da (hipotiroidizm gibi) sürekli dişlerin sürmesinde gecikmelere yol açabilir
Çocuklarda diş tedavisi sırasında ilk dikkat edilecek nokta dişlenme durumunun saptanmasıdır. Diş sürmesi bakımından çocuk, değişik dönemlerde olabilir:
Henüz süt dişlerinin sürmediği dişsiz dönem
Süt dişlerinin sürmekte olduğu dönem
Süt dişi dizisinin tamamlandığı dönem
Altı yaş dişinin ( 1. azı) sürme dönemi
Karışık dişlenme veya transizyon dönemi
Sürekli diş dizisinin tamam olduğu dönem
Muayene esnasında çocuğun bu dönemlerden hangisinde olduğu ve dişlenme durumu ile kronolojik yaşın birbirine uyup uymadığı kontrol edilmelidir.
Soru: Süt dişleri ne zaman sürmeye başlar?Cevap:Süt dişlerinin sürmesi genellikle, her 6 ayda bir gurup dişin sürmesi şeklinde olur.6-12. aylar arasında sırasıyla alt 1, üst 1, üst 2 alt 2 olmak üzere kesici dişler , 12-18.aylar arasında birinci süt azıları, 18-24. aylar arasında süt kaninleri , 24-30. aylar arasında ise ikinci süt azıları sürerler
Soru:Süt dişlerinin geç sürmesinin nedenleri nelerdir?Cevap: Süt dişlerinin sürme gecikmeleri bir tek, bir gurup yada bütün bir dizisini birden ilgilendirebilir.Bu durum yerel ya da genel bir neden sebebiyle olabilir.
Lokal nedenler: Sürme kistleri: Böyle bir durumda lokal anestezi ile açılarak dişin kuronu meydana çıkarılır hamilelik esnasında röntgen tedavisi de dişlerin geç sürmesine neden olabilir.
Genel Nedenler: Irsiyet, D vitamini eksikliği, hiotiroidizm, virütik hastalıklar (hamileliğin 9. haftasından önce kızıl, kızamık gibi virütik hastalıklar geçiren annelerin çocuklarında ilk diş sürmesi 11.5 uncu aya kadar uzayabilir) , kronik enfeksiyonlar ve erken doğum da sürme zamanını etkileyebilir.
Soru: Sürekli dişler ne zaman sürmeye başlar?Cevap:
DİŞLER
SÜRME ZAMANLARI
1 (Orta kesici)
7 yaş
2 (yan kesici)
8 yaş
3 (kanin)
10 yaş
4 (1. Küçük azı)
9 yaş
5 (2. Küçük azı)
11 yaş
6 ( 1. Azı)
6 yaş
7 (2. Azı)
12 yaş
8 (3. Azı - 20 yaş dişi)
17-21 yaş
Soru: Sürekli dişlerin geç sürmesinin sebepleri nelerdir?Cevap:Bu yerel ya da genel bir sebebe bağlı olabilirYerel etkenler: Süt dişlerinin köklerinin rezorpsiyon gecikmeleri, sürekli diş sürmesinde gecikmeye yol açar.Süt dişinin kökünde meydana gelen bir kist,alttaki dişin sürmesi için bir engel olabilir.İkinci süt azısının erken düşmesi sonucu, altı yaş dişinin o boşluğa kayması ile çekim boşluğunun kapanması küçük azı dişlerinin normal zamanda sürmelerini engeller.Bu nedenle süt dişleri nasıl olsa düşecek diye düşünüp gerekli ağız bakımının sağlanmaması süt dişlerinin çürümesine ve erken çekimine, dolayısıyla da sürekli dişlerin sürmelerinde problemlere yol açmaktadır.Genel Etkenler:Irsiyet,vitamin eksikliği, raşitizm ve hormonal bozukluklar da (hipotiroidizm gibi) sürekli dişlerin sürmesinde gecikmelere yol açabilir
Çocuk Cerrahisi Çocuk ta Fıtık
KASIK FITIĞI
Kasık fıtığı, kasık bölgesinde, aşağıda hayalara doğru uzanan, farklı boyutlarda olabilen, zaman zaman özellikle; ağlama, ıkınma, gibi karın içi basıncın arttırıldığı hallerde, ortaya çıktığı yada büyüdüğü fark edilen şişlikle karşımıza çıkan bir durumdur. Hastaya hiçbir rahatsızlık hissi vermeden girip çıkabildiği gibi ağrılı da olabilir. Bu bölgede testisi besleyen damarların kendi çevresinde dönmesi ile gelişen ve çok tehlikeli olabilecek testis torsiyonu gibi acil müdahale gerektiren durumlar da benzer şikayetlerle ortaya çıkabileceğinden TANISI MUTLAKA DOKTORLAR TARAFINDAN KONULMALIDIR.
Zamanında doğan erkek çocuklarda %1, erken doğumla doğan bebeklerde %30 sıklıkla görülür. Testisin aşağı inişi ile yakından ilgili olduğundan erkek çocuklarda, kız çocuklardan 4-20 kez sık görülür. %60 ı sağda %30 u solda ve %10-20 kadarı iki taraflıdır. Karın içini döşeyen zar ile ilişkili anne karnında kapanması gereken bir kanalın açık kalması yani tamamen anatomik bir durumun sonucu olup tek tedavisi ameliyattır. Hastanede yatma gerektirmeyen günübirlik bir ameliyatla bu kanal bağlanarak kapatılmak suretiyle tedavi sağlanır.
Tedavi edilmediği taktirde kendiliğinden veya ilaçla iyileşme ihtimali bulunmadığı gibi ; bu kanaldan dışarı çıkabilen yapılar günün birinde içeri geri gidemez olup hem hasta hem de doktor için tatsız, zor hatta tehlikeli durumlar yaratabilir ancak acil ve büyük ameliyatlar ile düzeltilebilecek sorunlar ortaya çıkarabilirler. Bu ameliyat yenidoğanlar da bile yapılacak kadar güvenli olup ameliyat, fıtık fark edilir edilmez yapılmalıdır.
GÖBEK FITIĞI
Göbek fıtığı, göbek kordonunun çıkış yerinde karın duvarındaki, bazen periton ve incebağırsakların fıtıklaşmasına izin verir şekilde, zayıflık nedeni ile ortaya çıkar. Bu duruma beyaz ırkta %4, erken doğumla doğan bebeklerde ve siyah ırkta %40 sıklığında rastlanır. Ancak bu halka çocuğun hareketlenip karın kaslarının gelişmesi ile çoğu kez ilk 2 yaş içinde kendiliğinden kapanır. Bebek ağladığı veya ıkındığı gibi hallerde dışarı doğru çıkan bu fıtığın dışarıda kalıp sorunlara neden olması pek nadir görülür.(%5 sıklıkla) Doktorunuzla değerlendirilip tanıdan emin olunduktan sonra 2 yaşa kadar beklenebilir. Düzeltici ameliyat 2 yaşından büyük ve 1.5 cm den daha geniş göbek fıtıklarında ve 4 yaştan sonraki tüm göbek fıtıklarına güvenle uygulanır.
Kasık fıtığı, kasık bölgesinde, aşağıda hayalara doğru uzanan, farklı boyutlarda olabilen, zaman zaman özellikle; ağlama, ıkınma, gibi karın içi basıncın arttırıldığı hallerde, ortaya çıktığı yada büyüdüğü fark edilen şişlikle karşımıza çıkan bir durumdur. Hastaya hiçbir rahatsızlık hissi vermeden girip çıkabildiği gibi ağrılı da olabilir. Bu bölgede testisi besleyen damarların kendi çevresinde dönmesi ile gelişen ve çok tehlikeli olabilecek testis torsiyonu gibi acil müdahale gerektiren durumlar da benzer şikayetlerle ortaya çıkabileceğinden TANISI MUTLAKA DOKTORLAR TARAFINDAN KONULMALIDIR.
Zamanında doğan erkek çocuklarda %1, erken doğumla doğan bebeklerde %30 sıklıkla görülür. Testisin aşağı inişi ile yakından ilgili olduğundan erkek çocuklarda, kız çocuklardan 4-20 kez sık görülür. %60 ı sağda %30 u solda ve %10-20 kadarı iki taraflıdır. Karın içini döşeyen zar ile ilişkili anne karnında kapanması gereken bir kanalın açık kalması yani tamamen anatomik bir durumun sonucu olup tek tedavisi ameliyattır. Hastanede yatma gerektirmeyen günübirlik bir ameliyatla bu kanal bağlanarak kapatılmak suretiyle tedavi sağlanır.
Tedavi edilmediği taktirde kendiliğinden veya ilaçla iyileşme ihtimali bulunmadığı gibi ; bu kanaldan dışarı çıkabilen yapılar günün birinde içeri geri gidemez olup hem hasta hem de doktor için tatsız, zor hatta tehlikeli durumlar yaratabilir ancak acil ve büyük ameliyatlar ile düzeltilebilecek sorunlar ortaya çıkarabilirler. Bu ameliyat yenidoğanlar da bile yapılacak kadar güvenli olup ameliyat, fıtık fark edilir edilmez yapılmalıdır.
GÖBEK FITIĞI
Göbek fıtığı, göbek kordonunun çıkış yerinde karın duvarındaki, bazen periton ve incebağırsakların fıtıklaşmasına izin verir şekilde, zayıflık nedeni ile ortaya çıkar. Bu duruma beyaz ırkta %4, erken doğumla doğan bebeklerde ve siyah ırkta %40 sıklığında rastlanır. Ancak bu halka çocuğun hareketlenip karın kaslarının gelişmesi ile çoğu kez ilk 2 yaş içinde kendiliğinden kapanır. Bebek ağladığı veya ıkındığı gibi hallerde dışarı doğru çıkan bu fıtığın dışarıda kalıp sorunlara neden olması pek nadir görülür.(%5 sıklıkla) Doktorunuzla değerlendirilip tanıdan emin olunduktan sonra 2 yaşa kadar beklenebilir. Düzeltici ameliyat 2 yaşından büyük ve 1.5 cm den daha geniş göbek fıtıklarında ve 4 yaştan sonraki tüm göbek fıtıklarına güvenle uygulanır.
Çocuk Cerrahisi Bebeğiniz ve Siz
Bebeğiniz ve Siz
Doğumdan sonra kucağınıza verilen bebek, artık bir erişkin olmaya programlanmış bir prototiptir, yani GÖZBEBEĞİNİZDİR. O ne ana karnındaki anne kanından beslenen fetüs, ne de sizlerin bir küçültülmüş modeli; kendine özgü organları, kendine özgü dolaşımı, kendine özgü kanı ile özel bir canlıdır, SİZİN BEBEĞİNİZDİR. Anne ve babasından aldığı türü ile ilgili bir sürü bilgiyle donanmış bebek, kucağınızda biriktirmeye hazırdır. Her sözü, her duyguyu , her davranışı, her sesi, her rengi, her antijeni, her dost ve her düşmanı biriktirip zaman içinde 'KENDİSİ' olarak karşınıza çıkmaya programlanmış elmas parçanız sizin yardımınızla pırlanta olmaya adım adım giderken ışıltısını elbette en yakınlarında olanlardan, sizden alacaktır.
Bebeğinizin, önündeki bu gelişim çağı, bu çocukluk, içinde karşılaşabileceği türlü sorunlar olabilir. Sorunlar, önce tanınmalı, sonra sağaltım yoluna biran evvel gidilmelidir. O halde belki yardımı dokunacak akla ilk gelen birkaç nokta:
Bebeğinizi kucağınıza alın. Ne hoş kokuyor. Onu inceleyin; gözleri, kulakları, saçları, başı, göğsü, kolları, bacakları, poposu nasıl, sizinkine benziyor mu? Emiyor mu, ilk kakasını ne zaman yaptı, nasıldı? Bu basit gözlemler ile bile binlerce sorun oluşturabilecek durumun tanınması mümkün olacak, doğumsal anomaliler dediğimiz bir takım hastalıklar için ipuçları yakalanabilecektir. Doğumdan hemen sonra doktorunuzun zaten dikkat ettiği bu özelliklere bir kez de siz bakın.
Bebeğinizi anne sütü ile ve doğru olarak besleyin, bebeğiniz için bundan iyi bir öğün düşünülemez.
Bebeğinizin büyümesini monitörize edin, yani onu ölçtürün, tarttırın, bu ölçümleri kaydedin ve kayıtlarınızı doktorunuzla diğer çocuklardan elde edilmiş kayıtlar ile karşılaştırın.
Hiçbir sorun olmasa bile rutin doktor ve diş hekimi ziyaretlerinize devam edin. Bu hem doktorun sizi tanıması hem de sizin gözünüzden kaçabilecek durumların erken tespiti için değerlidir.
Çocuğunuz büyürken; ateşi, kusmaları,cilt döküntüleri, nedenini bilmediğiniz ağlamaları olduğunda doktorunuza başvurmaktan çekinmeyiniz.
Çocuğunuza ilaç vermeyiniz, sadece ateşe soğukla yanıt verebilirsiniz; bu da doktora gidinceye kadardır.
Çocuğunuzu iyi gözleyin; çişini, kakasının rengini, en son ne zaman tuvalete gittiğini, kusarak neler çıkardığını, terinin nasıl koktuğunu, nasıl ağladığını doktorunuz bilmek isteyecektir.
Çocuk karnım ağrıyor dediğinde üşütmüş veya numara yapıyor olsa bile bunu size doktorunuz söylemelidir.
Çocuğunuz çok narin yapılı ve çok değerlidir. Kendinde meydana gelen değişikleri de çok iyi algılamayabilir. Düşmeler, çarpmalar, çoğu kez profesyonellerce değerlendirilmelidir.
Çocuğunuzu evdeki zehirleyebilicilerden koruyun. Size asla yedirilemeyecek bir şeyin tadı onun için çok çekici gelebilir. Evde 'hayatın tadını' öğrenmeye çalışan bir çocuk varken; tüm temizlik malzemelerini, ilaçları, bitkileri, küçük parçalı her türlü eşyayı ve dokunarak öğrenen bebeğinizden ateş ve elektriği ondan uzak ve kapalı tutun.
Çocuğunuzun kasıklarında, göbeğinde fark edebileceğiniz şişlikler, karın içinde yerleşmesi gereken yapıların, bağırsakların dışarı çıktığı 'fıtıklar' olabilir. Bunlar sandığınızdan sıktır. Her durumda doktor yardımı ile değerlendirilmelidir.
Çocuğunuzun pipisi, hayaları (testisleri ) ile ilgili en ufak bir şüpheniz olduğunda doktora başvurmaktan çekinmeyin.( Sık karşılaşılan birkaç durumla ilgili ayrıntılı bilgi aşağıda verilecektir.) Sünnet cerrahi bir müdahaledir. Mutlaka ehil kişilerce yapılması gereklidir.
Doğumdan sonra kucağınıza verilen bebek, artık bir erişkin olmaya programlanmış bir prototiptir, yani GÖZBEBEĞİNİZDİR. O ne ana karnındaki anne kanından beslenen fetüs, ne de sizlerin bir küçültülmüş modeli; kendine özgü organları, kendine özgü dolaşımı, kendine özgü kanı ile özel bir canlıdır, SİZİN BEBEĞİNİZDİR. Anne ve babasından aldığı türü ile ilgili bir sürü bilgiyle donanmış bebek, kucağınızda biriktirmeye hazırdır. Her sözü, her duyguyu , her davranışı, her sesi, her rengi, her antijeni, her dost ve her düşmanı biriktirip zaman içinde 'KENDİSİ' olarak karşınıza çıkmaya programlanmış elmas parçanız sizin yardımınızla pırlanta olmaya adım adım giderken ışıltısını elbette en yakınlarında olanlardan, sizden alacaktır.
Bebeğinizin, önündeki bu gelişim çağı, bu çocukluk, içinde karşılaşabileceği türlü sorunlar olabilir. Sorunlar, önce tanınmalı, sonra sağaltım yoluna biran evvel gidilmelidir. O halde belki yardımı dokunacak akla ilk gelen birkaç nokta:
Bebeğinizi kucağınıza alın. Ne hoş kokuyor. Onu inceleyin; gözleri, kulakları, saçları, başı, göğsü, kolları, bacakları, poposu nasıl, sizinkine benziyor mu? Emiyor mu, ilk kakasını ne zaman yaptı, nasıldı? Bu basit gözlemler ile bile binlerce sorun oluşturabilecek durumun tanınması mümkün olacak, doğumsal anomaliler dediğimiz bir takım hastalıklar için ipuçları yakalanabilecektir. Doğumdan hemen sonra doktorunuzun zaten dikkat ettiği bu özelliklere bir kez de siz bakın.
Bebeğinizi anne sütü ile ve doğru olarak besleyin, bebeğiniz için bundan iyi bir öğün düşünülemez.
Bebeğinizin büyümesini monitörize edin, yani onu ölçtürün, tarttırın, bu ölçümleri kaydedin ve kayıtlarınızı doktorunuzla diğer çocuklardan elde edilmiş kayıtlar ile karşılaştırın.
Hiçbir sorun olmasa bile rutin doktor ve diş hekimi ziyaretlerinize devam edin. Bu hem doktorun sizi tanıması hem de sizin gözünüzden kaçabilecek durumların erken tespiti için değerlidir.
Çocuğunuz büyürken; ateşi, kusmaları,cilt döküntüleri, nedenini bilmediğiniz ağlamaları olduğunda doktorunuza başvurmaktan çekinmeyiniz.
Çocuğunuza ilaç vermeyiniz, sadece ateşe soğukla yanıt verebilirsiniz; bu da doktora gidinceye kadardır.
Çocuğunuzu iyi gözleyin; çişini, kakasının rengini, en son ne zaman tuvalete gittiğini, kusarak neler çıkardığını, terinin nasıl koktuğunu, nasıl ağladığını doktorunuz bilmek isteyecektir.
Çocuk karnım ağrıyor dediğinde üşütmüş veya numara yapıyor olsa bile bunu size doktorunuz söylemelidir.
Çocuğunuz çok narin yapılı ve çok değerlidir. Kendinde meydana gelen değişikleri de çok iyi algılamayabilir. Düşmeler, çarpmalar, çoğu kez profesyonellerce değerlendirilmelidir.
Çocuğunuzu evdeki zehirleyebilicilerden koruyun. Size asla yedirilemeyecek bir şeyin tadı onun için çok çekici gelebilir. Evde 'hayatın tadını' öğrenmeye çalışan bir çocuk varken; tüm temizlik malzemelerini, ilaçları, bitkileri, küçük parçalı her türlü eşyayı ve dokunarak öğrenen bebeğinizden ateş ve elektriği ondan uzak ve kapalı tutun.
Çocuğunuzun kasıklarında, göbeğinde fark edebileceğiniz şişlikler, karın içinde yerleşmesi gereken yapıların, bağırsakların dışarı çıktığı 'fıtıklar' olabilir. Bunlar sandığınızdan sıktır. Her durumda doktor yardımı ile değerlendirilmelidir.
Çocuğunuzun pipisi, hayaları (testisleri ) ile ilgili en ufak bir şüpheniz olduğunda doktora başvurmaktan çekinmeyin.( Sık karşılaşılan birkaç durumla ilgili ayrıntılı bilgi aşağıda verilecektir.) Sünnet cerrahi bir müdahaledir. Mutlaka ehil kişilerce yapılması gereklidir.
Çocuk Psikolojisi BOŞANMA ve ÇOCUK
BOŞANMA ve ÇOCUK
BOŞANMA SEBEPLERİ
Evlilik, her kurum gibi zaman zaman aksayan yönleri olan bir kurum, bu aksaklıklar giderilemediğinde ise sonuç ne yazık ki boşanmayla noktalanıyor. Evlilik süresince aileye yeni bir birey katıldıysa boşanma daha sancılı oluyor. Evliliğin bitmesine yol açan sebepler çok çeşitli olabilir, en çok görülen sebepleri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
ekonomik sorunlar
eşlerin sosyo-kültürel yapı farklılıkları
cinsel sorunlar
iletişim bozukluğu
eşlerden birinin ihaneti
aile içi şiddet
Yukarıdaki sebepler nedeniyle evlilik sorunları yaşayan bir çiftin anne-baba olarak da çocuklarıyla sağlıklı ilişkiler kurabilmelerini bekleyemeyiz; anne ya da baba ayrı ayrı çocuklarıyla sağlıklı ilişkiler kursalar bile, birlikte çocuklarına karşı tutarlı, dengeli tutum ve davranışlar sergilemekte güçlük çekeceklerdir. Bir evliliği başa çıkılamayan, çözüm üretilemeyen, süregen sorunlarla devam ettirmenin çocuk üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler, bazen boşanmanın kendisinin yaratacağı etkilerden daha fazla ve yıkıcı olabilir.
Boşanmanın sebebi ve şekli, çocukların boşanmadan ne kadar etkileneceğini belirler;
Örneğin, anlaşmazlık (iletişim bozukluğu) nedeniyle biten bir evlilikle, eşlerden birinin ihaneti sonucu biten bir evliliği karşılaştıralım. İlkinde, eşler daha uzlaşmacı ve çocukla ilgili sorunların üstesinden gelmek konusunda daha akılcı davranabilirler. İkinci durumda ise, eşler birbirlerine karşı daha öfkeli ve düşmanca tutumlar sergilerler, durum böyle olunca isteseler de uzlaşmacı olamazlar. İkinci tip boşanmalarda ise çocuklar doğal olarak daha fazla zarar görürler.
BOŞANMA SÜRECİNDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN NOKTALAR
Sizi boşanma kararı almaya iten sebepler ne olursa olsun, boşanma kararınızı kesin olarak vermeden önce, aşağıdaki konuları gözden geçirdiğinizden emin olun;
Yaşadığım sorunların ve mutsuzluğumun sebebi evliliğim, başka sorunları evliliğime atfetmiyorum,
Evliliğimi kurtarmak için elimden gelen herşeyi yaptım,
Bu kararı uzun sürede ve etki altında kalmadan verdim,
Eşim de, ben de ilişkimize yeterince zaman tanıdık,
Çocuğumuz ve ben boşanma olayından etkileneceğiz,
Boşandıktan sonra ortaya çıkabilecek yeni sorunlarla başa çıkabilecek gücüm var,
Yalnızca eşimden boşanıyorum, çocuğumdan değil (özellikle babalar için),
Eşimin de benim de çocuğumuza ihtiyacımız var, çocuğumuzun hem bana hem eşime ihtiyacı var, o yalnız birimize ait değil.
Kararınızı kesin olarak verdiyseniz veya siz istemeseniz de eşiniz kesin olarak sizden boşanmaya karar verdiyse çocuğunuzun boşanma sürecinden olabildiğince az etkilenmesini sağlayabilmek için aşağıdaki maddeleri yerine getirmeye çalışın;
Boşanmanın ne olduğu ve boşanmadan sonra anne, baba ve çocuğun yaşamında ne gibi değişiklikler olacağı konusunda çocuğu bilgilendirmek ve bilinçlendirmek gerekir. Boşanma sürecinde, şehir veya ev değiştirme, bakıcı değiştirme, yeni bir evlilik vb. yaşam değişikliklerini erteleyin. Yaşanması zorunlu bazı değişiklikler varsa, bunlara kademeli geçişler yapmaya gayret edin. Çünkü her değişim, olumlu da olsa ekstra çaba gerektirir ve çocuğunuz için hepsine birden uyum sağlamak güç olabilir. Aynı sebeple, boşanma sonrası çocuk eşlerden hangisiyle kalacaksa, o ve çocuk ailenin boşanmadan önce yaşadığı mekanda yaşamaya devam etmelidir.
Eşler, kendi ailelerini de toplayarak (babaanne, hala , dayı vb.) hep birlikte bir toplantı yapmalı ve çocukla ilgili alınan kararlardan herkesin haberi olmalıdır. Böylece herkes çocuk için işbirliğinin kaçınılmaz olduğunu hatırlatmış olur, çocuğun bu durumdan çok etkilenebileceğinin ve bu konuda herkesten duyarlılık beklendiğinin altı çizilir ve kararlarda herkesin katkısı olduğundan kurallar daha az çiğnenir.
Çocuktan ayrı yaşayacak olan eş, kademeli olarak evden ayrı kalmaya başlamalıdır; bu süreç haftada bir günden 5-6 güne kadar çıkarıldığında çocuk ayrılığa daha kolay adapte olur. Boşanmadan sonra, çocuklar her iki eşle de sürekli ve düzenli olarak görüşmeye devam etmelidir. Siz artık sevgili veya karı-koca olmayabilirsiniz ama onun için halen anne-babasınız. O sizleri beraber tanıdı ve beraber istiyor, bunu anlamaya çalışın ve ayrılığınıza alışması için ona zaman verin. Çocuğunuza anne ve babanın bibirlerinden ayrılmalarının çocuklarından ayrılmaları anlamına gelmediğini anlatın. Hep birlikte sık sık biraraya gelin (Kendinizi,eşinizle bu biraraya gelişleri kimseye açıklamak zorunda hissetmeyin !!!).
Eşler boşanmanın çocukları için olduğu kadar kendileri için de zor olduğunu unutmamalı ve boşanmayı bir son değil, bir başlangıç olarak kabul etmelidirler. Öfke, yalnızlık duygusu, depresyon, kaygı gibi psikolojik sorunlar ortaya çıkabilir, bunlar doğaldır, gerekirse profesyonel yardım almaktan çekinmemek gerekir. Kendilerini ne kadar çabuk toparlarlarsa çocuklarına da o kadar çok yararlı olabilirler. Unutmamak gerekir ki, çocuklar yeni karşılaştıkları her durumun ne denli tehdit edici olup olmadığını anlamak için genellikle yetişkinlerin tepkilerine bakarlar. Sürekli ağlayan bir anne çocuğa durumun kötü olduğu, neşeli ve çabalayan bir anne ise her şeyin yolunda gittiği izlenimini verecektir.
Eşler çocukları kesinlikle birbirlerine karşı kullanmamalıdır; çocuk hiçbir şekilde taraf ve tanık tutulmamalıdır. Yeni düzenlemelerle ilgili kararlar alırken çocuğunuzun onayını alın ama çocuğunuzu karar verme sorumluluğu altında ezmeyin.
Çocuk, boşanmış bir anne-babanın çocuğu olmayı çevresine karşı bir silah gibi kullanmamalıdır. Her konuda gereksiz tavizler vererek çocuğun boşanmadan alacağı yaralar yalnızca artırılır, azaltılmaz. Her gün çikolata yemesine izin vererek çocuğunuzun boşanma olayından daha az etkilenmesini sağlayamazsınız, sadece çikolataya daha çok alışmasını sağlarsınız.
Çocukla ilgili her konuda eşler birbirleriyle çelişen davranışlarda bulunmamaya gayret göstermeli, ortak bir yol izlenmelidir. Babanın evinde izin verilen bir şeye, annenin evinde yasak konulmamalıdır.
Çocuklar anne-babalarının boşanmasından kendilerini suçlayabilirler. Bu yüzden, boşanma sebebeinin çocukla hiçbir ilgisinin olmadığı, bunun anne ile babanın arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklandığı açıkça anlatılmalıdır.
Çocuk anne-babasının yerine kimseyi koymak istemez, buna saygı duymak gerekir. Boþanma sonrası eşlerden biri yeni bir ilişki yaşıyorsa çocuğun bunu boşanmayı kabullenene kadar bilmemesi gerekir.
Boşanma sırasında, çocuklar mahkeme, eşya dağılımı, nafaka gibi konulardan haberdar edilmemelidir.
Anne-babası boşanmış veya boşanma aşamasında olan bir çocukla ilişkisi olan herkes için iki uyarı :
LÜTFEN,
Çocuğun yanında bu konuyu konuşmayın, özellikle de eşlerden birinin tarafını tutan veya kötüleyen sözler sarfetmeyin.
Boşanma olayını çocukla ilişkilendirmeyin ve çocuğa bu anlama gelen sözler sarfetmeyin;
Anne ya da babasının kendisini sevmediği için, çok yaramazlık yaptığı için, başka bir kadınla birlikte olmayı tercih ettiği için vb. terkettiğini asla söylemeyin. Bu boşanan çiftlerin ailelerinin ve hatta kendilerinin de çok düştüğü bir hatadır. Hernekadar bu sözler gerekçelendirilirken “çocuk anne veya babadan soğusun da aramasın” gibi bir iyi niyet öne sürülüyor olsa da, bu ne inandırıcı ne de çok akılcıdır. Bu gibi sözlerle çocuğu teselli etmez, ona ancak “terkedilmişlik duygusu ve/veya suçluluk duygusu” enjekte etmiş oluruz. Böylece çocuk terkedildiğini çünkü sevgiye layık olmadığını, değersiz olduğunu düşünür. Bu gibi sözlerin çocuklarda ne kadar derin ve onarılması zor yaralar açabileceğini düşünebiliyor musunuz ?
Anne-babalar için son uyarı :
Boşanmaya karar vermeden önce, eşinizle birlikte hareket ederek, çocuğunuzun boşanmanızdan olabildiğince az etkilenmeslini sağlamak için tüm önlemleri alsanız da, çocuğunuz bu olaydan çok etkilenebilir. Bazen de çok dikkatsiz davranırsınız ama çocuğunuz fazla etkilenmez. Bunun iki sebebi vardır; birincisi her çocuk her olaydan aynı oranda etkilenmez, ikincisi olayın etkileri eşit olsa bile tepkiler ve tepkinin zamanı farklı olabilir.
Buna ilaveten, boşanma olayı çocukları kuşkusuz etkiliyor, ancak çocuklar olayın kendisinden çok, oluş biçiminden, süreç içerisinde yaşananlardan etkileniyorlar. Çocuklara birşeyi anlatmanın bin çeşit yolu var. Önemli olan çocuğumuz için doğru olan yolu bulabilmek. Bizim çocuğumuz için, bizim koşullarımızda doğru olan bir yol, bir başka çocuk için onun koşullarında doğru olmayabilir. Çocuğunuzu boşanma sürecine hazırlama konusunda profesyonel yardım almaktan çekinmeyin lütfen, bunu utanılacak bir şey olarak görmeyin. Bunu yaparken de olabildiğince erken, boşanma kararı almadan veya hemen sonrasında yapın. Bu arada, boşanma aşamasında çocukları için profesyonel yardım alırken, iletişim sorunlarını çözebildiğini görerek, evliliğini sürdürmeye karar veren çiftlerin sayısının da çok olduğunu hatırlatmak isterim.
BOŞANMA SEBEPLERİ
Evlilik, her kurum gibi zaman zaman aksayan yönleri olan bir kurum, bu aksaklıklar giderilemediğinde ise sonuç ne yazık ki boşanmayla noktalanıyor. Evlilik süresince aileye yeni bir birey katıldıysa boşanma daha sancılı oluyor. Evliliğin bitmesine yol açan sebepler çok çeşitli olabilir, en çok görülen sebepleri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
ekonomik sorunlar
eşlerin sosyo-kültürel yapı farklılıkları
cinsel sorunlar
iletişim bozukluğu
eşlerden birinin ihaneti
aile içi şiddet
Yukarıdaki sebepler nedeniyle evlilik sorunları yaşayan bir çiftin anne-baba olarak da çocuklarıyla sağlıklı ilişkiler kurabilmelerini bekleyemeyiz; anne ya da baba ayrı ayrı çocuklarıyla sağlıklı ilişkiler kursalar bile, birlikte çocuklarına karşı tutarlı, dengeli tutum ve davranışlar sergilemekte güçlük çekeceklerdir. Bir evliliği başa çıkılamayan, çözüm üretilemeyen, süregen sorunlarla devam ettirmenin çocuk üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler, bazen boşanmanın kendisinin yaratacağı etkilerden daha fazla ve yıkıcı olabilir.
Boşanmanın sebebi ve şekli, çocukların boşanmadan ne kadar etkileneceğini belirler;
Örneğin, anlaşmazlık (iletişim bozukluğu) nedeniyle biten bir evlilikle, eşlerden birinin ihaneti sonucu biten bir evliliği karşılaştıralım. İlkinde, eşler daha uzlaşmacı ve çocukla ilgili sorunların üstesinden gelmek konusunda daha akılcı davranabilirler. İkinci durumda ise, eşler birbirlerine karşı daha öfkeli ve düşmanca tutumlar sergilerler, durum böyle olunca isteseler de uzlaşmacı olamazlar. İkinci tip boşanmalarda ise çocuklar doğal olarak daha fazla zarar görürler.
BOŞANMA SÜRECİNDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN NOKTALAR
Sizi boşanma kararı almaya iten sebepler ne olursa olsun, boşanma kararınızı kesin olarak vermeden önce, aşağıdaki konuları gözden geçirdiğinizden emin olun;
Yaşadığım sorunların ve mutsuzluğumun sebebi evliliğim, başka sorunları evliliğime atfetmiyorum,
Evliliğimi kurtarmak için elimden gelen herşeyi yaptım,
Bu kararı uzun sürede ve etki altında kalmadan verdim,
Eşim de, ben de ilişkimize yeterince zaman tanıdık,
Çocuğumuz ve ben boşanma olayından etkileneceğiz,
Boşandıktan sonra ortaya çıkabilecek yeni sorunlarla başa çıkabilecek gücüm var,
Yalnızca eşimden boşanıyorum, çocuğumdan değil (özellikle babalar için),
Eşimin de benim de çocuğumuza ihtiyacımız var, çocuğumuzun hem bana hem eşime ihtiyacı var, o yalnız birimize ait değil.
Kararınızı kesin olarak verdiyseniz veya siz istemeseniz de eşiniz kesin olarak sizden boşanmaya karar verdiyse çocuğunuzun boşanma sürecinden olabildiğince az etkilenmesini sağlayabilmek için aşağıdaki maddeleri yerine getirmeye çalışın;
Boşanmanın ne olduğu ve boşanmadan sonra anne, baba ve çocuğun yaşamında ne gibi değişiklikler olacağı konusunda çocuğu bilgilendirmek ve bilinçlendirmek gerekir. Boşanma sürecinde, şehir veya ev değiştirme, bakıcı değiştirme, yeni bir evlilik vb. yaşam değişikliklerini erteleyin. Yaşanması zorunlu bazı değişiklikler varsa, bunlara kademeli geçişler yapmaya gayret edin. Çünkü her değişim, olumlu da olsa ekstra çaba gerektirir ve çocuğunuz için hepsine birden uyum sağlamak güç olabilir. Aynı sebeple, boşanma sonrası çocuk eşlerden hangisiyle kalacaksa, o ve çocuk ailenin boşanmadan önce yaşadığı mekanda yaşamaya devam etmelidir.
Eşler, kendi ailelerini de toplayarak (babaanne, hala , dayı vb.) hep birlikte bir toplantı yapmalı ve çocukla ilgili alınan kararlardan herkesin haberi olmalıdır. Böylece herkes çocuk için işbirliğinin kaçınılmaz olduğunu hatırlatmış olur, çocuğun bu durumdan çok etkilenebileceğinin ve bu konuda herkesten duyarlılık beklendiğinin altı çizilir ve kararlarda herkesin katkısı olduğundan kurallar daha az çiğnenir.
Çocuktan ayrı yaşayacak olan eş, kademeli olarak evden ayrı kalmaya başlamalıdır; bu süreç haftada bir günden 5-6 güne kadar çıkarıldığında çocuk ayrılığa daha kolay adapte olur. Boşanmadan sonra, çocuklar her iki eşle de sürekli ve düzenli olarak görüşmeye devam etmelidir. Siz artık sevgili veya karı-koca olmayabilirsiniz ama onun için halen anne-babasınız. O sizleri beraber tanıdı ve beraber istiyor, bunu anlamaya çalışın ve ayrılığınıza alışması için ona zaman verin. Çocuğunuza anne ve babanın bibirlerinden ayrılmalarının çocuklarından ayrılmaları anlamına gelmediğini anlatın. Hep birlikte sık sık biraraya gelin (Kendinizi,eşinizle bu biraraya gelişleri kimseye açıklamak zorunda hissetmeyin !!!).
Eşler boşanmanın çocukları için olduğu kadar kendileri için de zor olduğunu unutmamalı ve boşanmayı bir son değil, bir başlangıç olarak kabul etmelidirler. Öfke, yalnızlık duygusu, depresyon, kaygı gibi psikolojik sorunlar ortaya çıkabilir, bunlar doğaldır, gerekirse profesyonel yardım almaktan çekinmemek gerekir. Kendilerini ne kadar çabuk toparlarlarsa çocuklarına da o kadar çok yararlı olabilirler. Unutmamak gerekir ki, çocuklar yeni karşılaştıkları her durumun ne denli tehdit edici olup olmadığını anlamak için genellikle yetişkinlerin tepkilerine bakarlar. Sürekli ağlayan bir anne çocuğa durumun kötü olduğu, neşeli ve çabalayan bir anne ise her şeyin yolunda gittiği izlenimini verecektir.
Eşler çocukları kesinlikle birbirlerine karşı kullanmamalıdır; çocuk hiçbir şekilde taraf ve tanık tutulmamalıdır. Yeni düzenlemelerle ilgili kararlar alırken çocuğunuzun onayını alın ama çocuğunuzu karar verme sorumluluğu altında ezmeyin.
Çocuk, boşanmış bir anne-babanın çocuğu olmayı çevresine karşı bir silah gibi kullanmamalıdır. Her konuda gereksiz tavizler vererek çocuğun boşanmadan alacağı yaralar yalnızca artırılır, azaltılmaz. Her gün çikolata yemesine izin vererek çocuğunuzun boşanma olayından daha az etkilenmesini sağlayamazsınız, sadece çikolataya daha çok alışmasını sağlarsınız.
Çocukla ilgili her konuda eşler birbirleriyle çelişen davranışlarda bulunmamaya gayret göstermeli, ortak bir yol izlenmelidir. Babanın evinde izin verilen bir şeye, annenin evinde yasak konulmamalıdır.
Çocuklar anne-babalarının boşanmasından kendilerini suçlayabilirler. Bu yüzden, boşanma sebebeinin çocukla hiçbir ilgisinin olmadığı, bunun anne ile babanın arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklandığı açıkça anlatılmalıdır.
Çocuk anne-babasının yerine kimseyi koymak istemez, buna saygı duymak gerekir. Boþanma sonrası eşlerden biri yeni bir ilişki yaşıyorsa çocuğun bunu boşanmayı kabullenene kadar bilmemesi gerekir.
Boşanma sırasında, çocuklar mahkeme, eşya dağılımı, nafaka gibi konulardan haberdar edilmemelidir.
Anne-babası boşanmış veya boşanma aşamasında olan bir çocukla ilişkisi olan herkes için iki uyarı :
LÜTFEN,
Çocuğun yanında bu konuyu konuşmayın, özellikle de eşlerden birinin tarafını tutan veya kötüleyen sözler sarfetmeyin.
Boşanma olayını çocukla ilişkilendirmeyin ve çocuğa bu anlama gelen sözler sarfetmeyin;
Anne ya da babasının kendisini sevmediği için, çok yaramazlık yaptığı için, başka bir kadınla birlikte olmayı tercih ettiği için vb. terkettiğini asla söylemeyin. Bu boşanan çiftlerin ailelerinin ve hatta kendilerinin de çok düştüğü bir hatadır. Hernekadar bu sözler gerekçelendirilirken “çocuk anne veya babadan soğusun da aramasın” gibi bir iyi niyet öne sürülüyor olsa da, bu ne inandırıcı ne de çok akılcıdır. Bu gibi sözlerle çocuğu teselli etmez, ona ancak “terkedilmişlik duygusu ve/veya suçluluk duygusu” enjekte etmiş oluruz. Böylece çocuk terkedildiğini çünkü sevgiye layık olmadığını, değersiz olduğunu düşünür. Bu gibi sözlerin çocuklarda ne kadar derin ve onarılması zor yaralar açabileceğini düşünebiliyor musunuz ?
Anne-babalar için son uyarı :
Boşanmaya karar vermeden önce, eşinizle birlikte hareket ederek, çocuğunuzun boşanmanızdan olabildiğince az etkilenmeslini sağlamak için tüm önlemleri alsanız da, çocuğunuz bu olaydan çok etkilenebilir. Bazen de çok dikkatsiz davranırsınız ama çocuğunuz fazla etkilenmez. Bunun iki sebebi vardır; birincisi her çocuk her olaydan aynı oranda etkilenmez, ikincisi olayın etkileri eşit olsa bile tepkiler ve tepkinin zamanı farklı olabilir.
Buna ilaveten, boşanma olayı çocukları kuşkusuz etkiliyor, ancak çocuklar olayın kendisinden çok, oluş biçiminden, süreç içerisinde yaşananlardan etkileniyorlar. Çocuklara birşeyi anlatmanın bin çeşit yolu var. Önemli olan çocuğumuz için doğru olan yolu bulabilmek. Bizim çocuğumuz için, bizim koşullarımızda doğru olan bir yol, bir başka çocuk için onun koşullarında doğru olmayabilir. Çocuğunuzu boşanma sürecine hazırlama konusunda profesyonel yardım almaktan çekinmeyin lütfen, bunu utanılacak bir şey olarak görmeyin. Bunu yaparken de olabildiğince erken, boşanma kararı almadan veya hemen sonrasında yapın. Bu arada, boşanma aşamasında çocukları için profesyonel yardım alırken, iletişim sorunlarını çözebildiğini görerek, evliliğini sürdürmeye karar veren çiftlerin sayısının da çok olduğunu hatırlatmak isterim.
Çocuk Psikolojisi Çalışan Anneler
Çalışan Anneler
Çocuklarını çalışarak büyüten anneler bunun yaşamlarındaki en zor şey olduğunu söylerler. Çalışan annelerin bir bölümü ekonomik yetersizlikler nedeniyle çalışmak zorunda oldukları, diğer bir bölümü ise ekonomik bağımsızlıklarını kaybetmemek veya mesleklerinden uzak kalmamak için çalışır. Her iki koşulda da çalışan annelerin en önemli sorunları aşağıdaki şekilde gruplandırılabilir;
Çocuk bakıcısı arayışı,
Aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk,
Suçluluk duygusu.
a. çocuk bakıcısı arayışı
Çocuğunuza kimin bakacağına doğumdan önce anne ve baba birlikte karar verin.
Çocuğunuza bakmasına karar verdiğiniz kişi bir akraba ise:
Bu kişinin çocuğunuza bakmaya gerçekten gönüllü ve uygun olduğundan emin olun,
Bu kişiden çocuğunuza mümkünse kendi evinizde bakılmasını isteyin,
Çocuğunuzun geceleri ve hafta sonları sizinle kalmasını sağlayın,
Bu kişiye çocuğunuzun bakımı ve eğitimi ile ilgili tüm beklentilerinizi açık bir şekilde ve anne-baba biraradayken bildirin.
Çocuğunuza bakmasına karar verdiğiniz kişi bir çocuk bakıcısı ise,
Bu kişinin çocuk bakıcılığı için gerçekten yeterli ve uygun olduğundan emin olun,
Bu kişiden çocuğunuza kendi evinizde bakılmasını isteyin,
Evinizde yatılı kalarak çocuğunuza bakmasını talep etmeyin,
Bakıcının çalışma düzenini ve iş tanımını önceden belirleyin, çocuğunuzun bakımı ve eğitimi ile ilgili tüm beklentilerinizle birlikte açık bir şekilde ve anne-baba biraradayken bu kişiye bildirin,
Yeterli bir süre çocuğunuza bu kişiyle birlikte bakın ve çalışmaya başlamadan önce aşamalı olarak günün belirli saatlerinde evden uzaklaşarak çocuğunuzu bu uzun süreli ayrılığa yavaş yavaş alıştırın.
Çocuğunuza bakıcı ararken şunlara dikkat edin;
Bakıcıda aradığınız özellikleri önceden sıralayın ve önceliklerinizi belirleyin (tıpatıp beklentilerinize uygun biri karşınıza çıkmayabilir),
Bakıcıyı mümkünse evinde ziyaret edin, çocuklarıyla ilişkisini gözlemleyin,
Referanslarıyla ve komşularıyla görüşün, gerekli belgeleri temin edin.
Çocuğunuza bakıcı ararken şu özelliklere sahip olmasına dikkat edin;
Temiz, düzenli ve dürüst olmasına,
Aile yaşantısının düzenli olmasına,
Dakik ve elinin çabuk olmasına,
Sevecen ve güleryüzlü olmasına,
Esnek ve hoşgörülü olmasına, katı-kuralcı olmamasına,
Yeniliğe ve değişime açık olmasına, sabit fikirli olmamasına,
Sorumluluk ve insiyatif sahibi olmasına,
İletişim becerisinin olmasına,
Yaş ve kişilik olarak bakılacak çocuğun annesine benzemesine,
Sabırlı olmasına,
Eğitimli, kendini yetiştirmiş ve bilinçli olmasına,
Çocuğu ya da işe devamını etkileyecek bir rahatsızlığının olmamasına,
Sigara içmemesine.
b. aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk
Çalışan annenin en önemli sorunu aşırı sorumluluk yüklenmesi ve yorgunluktur; çünkü bu sorun annelere çözümsüz ve başa çıkılamaz gibi görünür. Alışıldık bir düzen vardır; evde ve işte yapılacaklar zaten belirlidir, şimdi hepsine geceyi gündüze katan bir bebek eklenmiştir ve gün 24 saattir, dolayısıyla yorgunluk kaçınılmazdır. Böyle değerlendirince, gerçekten de çalışan anne için yapılacak pek birşey yok gibi görünüyor. Oysa ki, durum hiç de öyle umutsuz değil, çalışan anneler iş listelerini pekala hafifletebilirler;
Gerek evde gerekse işte, yükünüzün arttığı dönemlerde bir süre yalnızca acil ve önemli olan işlerinizle ilgilenin
Bazı işleri başkalarına devretmeyi deneyin, işyerinde iş arkadaşlarınızdan; evde ise eşinizden, varsa diğer çocuklarınızdan veya yakınlarınızdan yardım isteyin. Çocuğunuz yokken evinizle, kadın olduğunuz için eşinizden daha çok ilgilenmiş olabilirsiniz, bu aynı düzenin devam edeceği anlamına gelmez.Eşiniz yeni doğan bebeğinizi emziremez belki ama, bugüne kadar hep sizin hazırladığınız akşam yemeğini hazırlayabilir. Aile içinde yapılabilecek ufak düzenlemeler size kısacık da olsa rahat bir nefes alma olanağı sağlayacaktır.
Yükünüzün çok arttığını hissettiğiniz yerde bazı alışkanlıklarınızdan tamamen vazgeçin, bunun için kendinize önceden "vazgeçilebilirler listesi" bile hazırlayabilirsiniz. Örneğin, ev işleri için düzenli bir yardımcı alamıyorsunuz ve iki haftada bir mutlaka mutfağın dolaplarının temizlenmesini gerekli buluyorsunuz ve artık buna ayıracak zamanınız yok. Eşiniz hayatta yapmaz böyle bir işi, anneniz çok yaşlı, akadaşınıza böyle bir şeyi teklif etmeyi düşünemezsiniz bile… O zaman bu alışkanlığınızdan vazgeçin ya da bu düşüncenizi terkedin; iki haftada bir mutlaka mutfağının dolaplarının silinmesini gerekli bulan bir kadın değilsiniz artık. Mutfak dolapları bekleyebilir, arkadaşlarınız bekleyebilir, müşteriler ve hatta müdürünüz bile bekleyebilir, ama çocuğunuz bekleyemez. İnsan yaşamında pek çok şeyden istifa edebilir herhalde, ancak annelikten istifa edemez.
c. suçluluk duygusu
Dozu değişmekle birlikte hemen her çalışan annenin yaşadığı bir duygudur suçluluk. Bu duyguyu hafifletmek için şöyle düşünebilirsiniz;
- çalışmak zorundayım (çocuğum için para kazanmam gerekiyor)
- çalışmayı seviyorum (çocuğum mutlu bir anneyi hakediyor)
Çalışan annelerin çoğu (ekonomik zorunluluklar nedeniyle doğumdan sonra işe başlayanlar dışında) çocuk sahibi olmadan önce de, çalışan kadınlardır. Önceden çalışma hayatı olan, üretken bir kadının uzun süre evde oturması, mesleki kaygılar, sosyal ve duygusal tatminsizlikler doğurur. Oysa her çocuk mutlu, üretken, kendisiyle barışık bir anneyi, kendisi için işini terketmiş, saçını süpürge etmiş bir anneye tercih eder. Unutmayın ki çocuğunuz sizin aynanızdır; siz mutluysanız o da mutlu olur, siz kaygılıysanız o da kaygılıdır, siz hayatla hep kavga ederseniz o da kavga eder.
İşlerinizi planlı yaparak, hiçbir şey için çocuğunuza ayırdığınız zamandan çalmayarak ve bu zamanı en verimli şekilde değerlendirerek suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışın. Hafta sonu onunla başbaşa yapacağınız bir doğa gezisi, haftanın 5 günü sabahtan akşama kadar onunla birlikte olup hiçbir şey paylaşmamaktan çok daha iyidir. Çocuğunuzla birlikte olduğunuz süre değil, bu süreyi nasıl değerlendirdiğiniz önemlidir. Bu sürenin azlığına ya da çokluğuna değil, çocuğunuzla kurduğunuz ilişkinin kalitesine ve bunu geliştirmeye odaklanmaya çalışın.
Suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışırken pratikte sizi zorlayan durumlarla karşılaşırsınız, bunların üzerinde çok fazla durmamaya gayret edin. Örneğin; çocuğunuzu kreşe veya bakıcı annesine bırakıp işe giderken ilk zamanlar arkanızdan bir süre ağlayacaktır, bu çok doğaldır.* Çocuğunuz bazen size bir yabancı gibi davranacaktır, babaannesine daha düşkün olacaktır veya bakıcı annesine "anne" diyecektir. Bunlar kuşkusuz her anneyi üzer ve suçluluk duygusunu artırır. Bu gibi durumları çocuğunuza bakan kişiye atfetmemeye çalışın, hatta çocuğunuz kendisine bakan kişiyi bu kadar sevdiği için sevinin. Bu durumları çocuğunuzun size verdiği bir mesaj olarak da algılayabilirsiniz; onunla daha çok birlikte olun ve oynayın.*2
Unutmayın,çalışan bir annenin çocuğu olmak hayatta insana kaybettirdiklerinden çok daha fazla şey kazandırır.
* Haftalarca süren ağlamalar ve bunlara eşlik eden başka sorunlar varsa, mutlaka bir uzmana başvurun.
*2 Annenin herhangi bir sebeple çocuğuna karşı ilgisiz olduğu durumlar burada söz edilenin dışındadır ve bunlar ayrıca ele alınmalıdır.
Çocuklarını çalışarak büyüten anneler bunun yaşamlarındaki en zor şey olduğunu söylerler. Çalışan annelerin bir bölümü ekonomik yetersizlikler nedeniyle çalışmak zorunda oldukları, diğer bir bölümü ise ekonomik bağımsızlıklarını kaybetmemek veya mesleklerinden uzak kalmamak için çalışır. Her iki koşulda da çalışan annelerin en önemli sorunları aşağıdaki şekilde gruplandırılabilir;
Çocuk bakıcısı arayışı,
Aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk,
Suçluluk duygusu.
a. çocuk bakıcısı arayışı
Çocuğunuza kimin bakacağına doğumdan önce anne ve baba birlikte karar verin.
Çocuğunuza bakmasına karar verdiğiniz kişi bir akraba ise:
Bu kişinin çocuğunuza bakmaya gerçekten gönüllü ve uygun olduğundan emin olun,
Bu kişiden çocuğunuza mümkünse kendi evinizde bakılmasını isteyin,
Çocuğunuzun geceleri ve hafta sonları sizinle kalmasını sağlayın,
Bu kişiye çocuğunuzun bakımı ve eğitimi ile ilgili tüm beklentilerinizi açık bir şekilde ve anne-baba biraradayken bildirin.
Çocuğunuza bakmasına karar verdiğiniz kişi bir çocuk bakıcısı ise,
Bu kişinin çocuk bakıcılığı için gerçekten yeterli ve uygun olduğundan emin olun,
Bu kişiden çocuğunuza kendi evinizde bakılmasını isteyin,
Evinizde yatılı kalarak çocuğunuza bakmasını talep etmeyin,
Bakıcının çalışma düzenini ve iş tanımını önceden belirleyin, çocuğunuzun bakımı ve eğitimi ile ilgili tüm beklentilerinizle birlikte açık bir şekilde ve anne-baba biraradayken bu kişiye bildirin,
Yeterli bir süre çocuğunuza bu kişiyle birlikte bakın ve çalışmaya başlamadan önce aşamalı olarak günün belirli saatlerinde evden uzaklaşarak çocuğunuzu bu uzun süreli ayrılığa yavaş yavaş alıştırın.
Çocuğunuza bakıcı ararken şunlara dikkat edin;
Bakıcıda aradığınız özellikleri önceden sıralayın ve önceliklerinizi belirleyin (tıpatıp beklentilerinize uygun biri karşınıza çıkmayabilir),
Bakıcıyı mümkünse evinde ziyaret edin, çocuklarıyla ilişkisini gözlemleyin,
Referanslarıyla ve komşularıyla görüşün, gerekli belgeleri temin edin.
Çocuğunuza bakıcı ararken şu özelliklere sahip olmasına dikkat edin;
Temiz, düzenli ve dürüst olmasına,
Aile yaşantısının düzenli olmasına,
Dakik ve elinin çabuk olmasına,
Sevecen ve güleryüzlü olmasına,
Esnek ve hoşgörülü olmasına, katı-kuralcı olmamasına,
Yeniliğe ve değişime açık olmasına, sabit fikirli olmamasına,
Sorumluluk ve insiyatif sahibi olmasına,
İletişim becerisinin olmasına,
Yaş ve kişilik olarak bakılacak çocuğun annesine benzemesine,
Sabırlı olmasına,
Eğitimli, kendini yetiştirmiş ve bilinçli olmasına,
Çocuğu ya da işe devamını etkileyecek bir rahatsızlığının olmamasına,
Sigara içmemesine.
b. aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk
Çalışan annenin en önemli sorunu aşırı sorumluluk yüklenmesi ve yorgunluktur; çünkü bu sorun annelere çözümsüz ve başa çıkılamaz gibi görünür. Alışıldık bir düzen vardır; evde ve işte yapılacaklar zaten belirlidir, şimdi hepsine geceyi gündüze katan bir bebek eklenmiştir ve gün 24 saattir, dolayısıyla yorgunluk kaçınılmazdır. Böyle değerlendirince, gerçekten de çalışan anne için yapılacak pek birşey yok gibi görünüyor. Oysa ki, durum hiç de öyle umutsuz değil, çalışan anneler iş listelerini pekala hafifletebilirler;
Gerek evde gerekse işte, yükünüzün arttığı dönemlerde bir süre yalnızca acil ve önemli olan işlerinizle ilgilenin
Bazı işleri başkalarına devretmeyi deneyin, işyerinde iş arkadaşlarınızdan; evde ise eşinizden, varsa diğer çocuklarınızdan veya yakınlarınızdan yardım isteyin. Çocuğunuz yokken evinizle, kadın olduğunuz için eşinizden daha çok ilgilenmiş olabilirsiniz, bu aynı düzenin devam edeceği anlamına gelmez.Eşiniz yeni doğan bebeğinizi emziremez belki ama, bugüne kadar hep sizin hazırladığınız akşam yemeğini hazırlayabilir. Aile içinde yapılabilecek ufak düzenlemeler size kısacık da olsa rahat bir nefes alma olanağı sağlayacaktır.
Yükünüzün çok arttığını hissettiğiniz yerde bazı alışkanlıklarınızdan tamamen vazgeçin, bunun için kendinize önceden "vazgeçilebilirler listesi" bile hazırlayabilirsiniz. Örneğin, ev işleri için düzenli bir yardımcı alamıyorsunuz ve iki haftada bir mutlaka mutfağın dolaplarının temizlenmesini gerekli buluyorsunuz ve artık buna ayıracak zamanınız yok. Eşiniz hayatta yapmaz böyle bir işi, anneniz çok yaşlı, akadaşınıza böyle bir şeyi teklif etmeyi düşünemezsiniz bile… O zaman bu alışkanlığınızdan vazgeçin ya da bu düşüncenizi terkedin; iki haftada bir mutlaka mutfağının dolaplarının silinmesini gerekli bulan bir kadın değilsiniz artık. Mutfak dolapları bekleyebilir, arkadaşlarınız bekleyebilir, müşteriler ve hatta müdürünüz bile bekleyebilir, ama çocuğunuz bekleyemez. İnsan yaşamında pek çok şeyden istifa edebilir herhalde, ancak annelikten istifa edemez.
c. suçluluk duygusu
Dozu değişmekle birlikte hemen her çalışan annenin yaşadığı bir duygudur suçluluk. Bu duyguyu hafifletmek için şöyle düşünebilirsiniz;
- çalışmak zorundayım (çocuğum için para kazanmam gerekiyor)
- çalışmayı seviyorum (çocuğum mutlu bir anneyi hakediyor)
Çalışan annelerin çoğu (ekonomik zorunluluklar nedeniyle doğumdan sonra işe başlayanlar dışında) çocuk sahibi olmadan önce de, çalışan kadınlardır. Önceden çalışma hayatı olan, üretken bir kadının uzun süre evde oturması, mesleki kaygılar, sosyal ve duygusal tatminsizlikler doğurur. Oysa her çocuk mutlu, üretken, kendisiyle barışık bir anneyi, kendisi için işini terketmiş, saçını süpürge etmiş bir anneye tercih eder. Unutmayın ki çocuğunuz sizin aynanızdır; siz mutluysanız o da mutlu olur, siz kaygılıysanız o da kaygılıdır, siz hayatla hep kavga ederseniz o da kavga eder.
İşlerinizi planlı yaparak, hiçbir şey için çocuğunuza ayırdığınız zamandan çalmayarak ve bu zamanı en verimli şekilde değerlendirerek suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışın. Hafta sonu onunla başbaşa yapacağınız bir doğa gezisi, haftanın 5 günü sabahtan akşama kadar onunla birlikte olup hiçbir şey paylaşmamaktan çok daha iyidir. Çocuğunuzla birlikte olduğunuz süre değil, bu süreyi nasıl değerlendirdiğiniz önemlidir. Bu sürenin azlığına ya da çokluğuna değil, çocuğunuzla kurduğunuz ilişkinin kalitesine ve bunu geliştirmeye odaklanmaya çalışın.
Suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışırken pratikte sizi zorlayan durumlarla karşılaşırsınız, bunların üzerinde çok fazla durmamaya gayret edin. Örneğin; çocuğunuzu kreşe veya bakıcı annesine bırakıp işe giderken ilk zamanlar arkanızdan bir süre ağlayacaktır, bu çok doğaldır.* Çocuğunuz bazen size bir yabancı gibi davranacaktır, babaannesine daha düşkün olacaktır veya bakıcı annesine "anne" diyecektir. Bunlar kuşkusuz her anneyi üzer ve suçluluk duygusunu artırır. Bu gibi durumları çocuğunuza bakan kişiye atfetmemeye çalışın, hatta çocuğunuz kendisine bakan kişiyi bu kadar sevdiği için sevinin. Bu durumları çocuğunuzun size verdiği bir mesaj olarak da algılayabilirsiniz; onunla daha çok birlikte olun ve oynayın.*2
Unutmayın,çalışan bir annenin çocuğu olmak hayatta insana kaybettirdiklerinden çok daha fazla şey kazandırır.
* Haftalarca süren ağlamalar ve bunlara eşlik eden başka sorunlar varsa, mutlaka bir uzmana başvurun.
*2 Annenin herhangi bir sebeple çocuğuna karşı ilgisiz olduğu durumlar burada söz edilenin dışındadır ve bunlar ayrıca ele alınmalıdır.
TELEVİZYONUN ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ OLUMSUZ ETKİLERİ
TELEVİZYONUN ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ OLUMSUZ ETKİLERİ
Yard.Doç.Dr.Huriye Kuruoğlu
E.Ü İletişim Fakültesi
''İdeoloji görüntülerin içinden geçer''
Douglas Kellner
Giriş
Günümüzde gerekli gereksiz her yerde ve her biçimde tartışılan televizyonu iki körün tuttuğu fil örneğine benzetmek mümkündür. Her kesimden insanın kendi düzeyi ve beklentileri çerçevesinde konuya yaklaşımları farklı olabilmektedir. Ben daha çok çeşitli programlar aracılığıyla televizyonda yer alan ve çocukları çeşitli biçimlerde etkilediğine inandığım birtakım açık ve örtük mesajlar üzerinde durmak istiyorum.
Televizyonun olumsuz etkileri konusunda daha çok şiddet ögesi üzerinde durulmaktadır. Elbette bu, çok önemli bir ilişkilendirmedir ve üzerinde hassasiyetle durulması ve sorgulanması gereken bir konudur. Ancak algılama biçimi, algıladıklarını benimseme hızı ve hayata geçirme istekleri ve yanısıra geleceğin yetişkinleri olmaları açısından bakıldığında televizyonun çocuk üzerindeki etkilerini salt şiddetle sınırlamanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle bu ilişkilendirme doğrudur, ancak eksiktir. Ben burada çok ayrıntılı bir biçimde olamasa da çeşitli alt başlıklar çerçevesinde bu ilişkilendirme tiplerine ve televizyonun çocukları etkilediğine inandığımız diğer bazı konulara değinmek istiyorum. Şunu da belirtmeliyim ki bu ilişkilendirme tiplerine ve etkilenmelere değinirken sıralamam belli bir önem derecesine göre olmadı. Çünkü, bunun önem sırası, ya da başka bir ifadeyle etkilenme oranı sıralaması çocuğun yaşadığı ortama göre değişkenlik gösterebilmektedir. Ancak kendi kişisel görüşüm olarak belirtmeliyim ki, tüm etkilenmelerin ötesinde, salt kısa vadede değil, uzun vadede olaya bakıldığında en tehlikeli görüneni, televizyonun her bir çocuğu tehlikeli bir biçimde birer tüketim toplumu bireyi haline getirmesidir. Biraz sonra aşağıda da görüleceği gibi bu faktör aynı zamanda gerek kişisel, gerekse ilişkiler bazında, pek çok etkileme veya etkilenmenin de temelini oluşturmaktadır. Çünkü tüketim toplumu bireyi, salt tüketmekle kalmaz, değer yargıları, ilişki biçimleri özetle kişiliğe dönük pek çok şey değişiklik gösterir. Bu bakımdan da, yani etki yelpazesi düşünüldüğünde de çoğu kez şiddetten daha tehlikeli olabileceği anlaşılmaktadır.
Günümüzde pek çok ülkede televizyonun olumlu veya olumsuz etkileri tartışılmaktadır. Ülkelerin toplumsal yapıları ve buna bağlı olarak televizyon yayınlarının biçim ve içeriğine göre bu etkilenmeler farklılıklar gösterebilmektedir.
Bilindiği gibi ülkemiz matbaaya Avrupa'dan yaklaşık 500 yıl sonra kavuşmuştur. Bu da toplumun yazılı kültürü yaşamadan görsel kültüre geçmesi anlamını taşımaktadır. Gazete ve kitap okuma oranı düşüklüğünün temelinde de bu zihniyet sorunu yer almaktadır. Yine aynı nedenle okuma ve düşünme geleneğinin yerleşmediği bizim gibi toplumlarda televizyondan etkilenme çok daha yoğundur. Ayrıca Veysel Batmaz'ın da belirttiği gibi, "Televizyonu sadece siyasal güç ya da eğlence aracı değil, tüm kültürü yaratan devasa bir sosyolizasyon aracı olarak görmenin zamanı gelmiştir" (Batmaz, 1998;3).
Yaratılan bu devasa kültürün iki temel dayanağı vardır. Eğlenmek ve tüketmek. Kitle iletişim araçlarının tarihine ve işlevlerine baktığımızda aslında dört büyük temel işlevlerinin bulunduğu (ya da bulunması gerektiği) görülmektedir. Bilgilendirmek, haber vermek, mal ve hizmet tanıtımı yapmak ve eğlendirmek. Ancak biraz önce de belirttiğimiz gibi artık eğlenme ve tüketme (belki daha ironik bir ifadeyle eğlendirerek tüketmeye azmettirmek) temel iki işlevi kalmıştır.
Ayrıca gerek ülkemizde, gerekse dünyada yapılan tüm araştırmalar göstermiştir ki, istisnai durumların dışında çocukların televizyon izleme sıklığı ve alışkanlığı, televizyonun bu özellikleri de göz önüne alındığında, kişiliğinin oluşması ve başarısı için tehlikeli boyutlardadır. Öte yandan ailenin tek ya da temel toplumsal kurum olduğu toplumlarda, çocuğun davranışlarının açıklanması ve anlaşılmasında referans kaynağını aile oluşturabilirken günümüz toplumlarında aile, söz konusu sorumluluğunu ya da referans olma özelliğini diğer toplumsal kurumlarla paylaşma durumundadır. Çünkü günümüzde bir aile ortamına gözlerini açan çocuk, ebeveyniyle iletişime girmekle kalmayıp, ilk günden itibaren televizyonla da iletişime girmektedir. Televizyon, tek yanlı iletişimiyle izleyiciyi savunmasız yakalamaktadır. Bilinçli bir yetişkin ile henüz bilinci oluşmamış bir çocuğun bundan etkilenme durumlarının aynı olması elbette mümkün değildir.
Fransa'da çocukların % 30'u her gün 3 saat 28 dakika ekran karşısında kalıyorlar. Uluslararası Çocuk Merkezi tarafından gerçekleştirilen incelemeye göre, iki yaşındaki çocuklar televizyon açmayı biliyorlar, üç yaşında da hergün televizyona bakıyorlar (Revue,1998;38). Fransa'da yapılan başka bir araştırmaya göre: 4-10 yaşındaki çocuklar 1 saat 45 dakika; 11-14 yaşındakiler 2 saat 1 dakika; büyükler 2 saat 50 dakika televizyona bakmaktadırlar (Revue,1995). Ege Üniversitesi'nde 1997 yılında yapılan bir çalışmada, Ege Üniversitesi Ana Okuluna giden çocukların ebeveynlerinini ifadesine göre: Çocukların % 56'sı günde 2, % 44'ü de üç saat televizyon seyretmektedirler (Saatçiler,1997). Üst toplumsal kesimden çocukların gittiği Alsancak Gazi ilkokulu'nda erkek çocukların % 40'ı 3 saatten daha fazla kız çocukların ise % 40'ı 2-3 saat arasında televizyona baktıklarını söylediler.Büyük Çiğli İlköğretim Okulu'nda erkek çocukların % 53'ü, kız çocukların % 66'sı ortalama 1 saat televizyona baktıkların belirttiler. Bu verilere göre üst toplumsal kesim çocuklarının günde ortalama 2,5 saat, alt toplumsal kesim çocuklarının ise 1,5 saat televizyona baktıkları söylenebilir. Erkek çocuklarının daha fazla televizyona baktıklarına dikkat edilirse, ataerkil değerlerin egemen olduğu ailelerde erkek çocuklarına daha fazla televizyona bakma olanağının verildiği söylenebilir.
Konunun temelini oluşturan bu bilgilerin aktarılmasından sonra ilişkilendirme tiplerinin ve çocukların etkilendikleri konuları özetle vermek gerekirse, bunları on başlık altında toplamanın mümkün olduğu görülmektedir.
1.Tüketim toplumu bireyi olmaları üzerine etkileri
2.Cinsel kimliğin oluşması ve karşı cinsle olan ilişkiler üzerine etkisi
3.Anne ile ilişkisi üzerine etkisi
4.Baba ile ilişkisi üzerine etkisi
5.Şiddet eğilimlerine etkisi
6.Okumaya, düşünmeye ve başarıya etkisi
7.Kültürel yabancılaşmaya etkisi
8.Dildeki yozlaşmaya etkisi
9.Kendi kimliklerinin bağımsız ve özgün bir biçimde oluşmasına etkisi
10.Çocukluğun yitirilişi ve masumiyetin yokoluşuna etkisi
1.Tüketim toplumu bireyi olmaları üzerine etkileri
Biraz önce televizyonun kalan iki temel işlevinin eğlendirmek ve tükettirmek olduğuna değinmiştik. Tükettirme azminde olan mal ve hizmetlerin tanıtımı, artık salt reklamlarda değil, pek çok programın içinde de yer almaktadır. Bu, belki ayrı bir çalışma konusu olacak denli önemlidir. Ancak ben burada daha ziyade direkt mal ve hizmetlerin tanıtım programları olan ve dolaysız bir biçimde izleyicileri tüketime yönelten reklamlara değineceğim. Reklamlar, sadece yetişkin bireyleri değil, toplumda önemli bir çoğunluk olan çocukları da hedef alarak daha fazla tüketmeleri için hergün yüzlerce mesaj göndermektedir. Ayrıca hepimizin de bildiğimiz ve tanık olduğumuz gibi, reklamlar, kısa süreli ve hareketli oldukları için çocukları pek çok programdan daha çok cezbetmekte ve dakikalarca gözlerini ayırmadan reklamların sonuna dek izlemektedirler. Bu da henüz taze çocuk beyinlerin tüketim arzusu ve marka istekleri ile doldurulmasına neden olmaktadır.
Çocuklar neredeyse, doğumlarından itibaren TV izlemeye başlamış, TV'den fikirler kapmak herhangi bir beceri gerektirmediğinden çok erken yaşlarda reklam izleyicisi topluluğunun önemli bir parçası olmuşlardır. Televizyonların da tüketimin sınırlarını genişletmede oynadığı rolün ışığında çocuklar, özellikle reklam endüstrisi için önemli bir hedef haline gelmiştir. Birincisi, çocuğun elinde eskisinden daha fazla para vardır, ikincisi ve daha önemlisi çocuklar, ailelerin marka seçimlerinde başlıca etki faktörleri olarak görülmektedir. Üçüncüsü ise onları küçükken yakalamanın ve marka sadakati aşılamanın kolay ve kalıcı olabilmesidir (Unnikrishnan,1996;146-156).
Reklamlarda yer alan sloganların, mesajların altında mutlu hayatlar vaadedilmekte ve bu hayata ulaşmanın tek yolunun o ürüne sahip olmaktan geçtiği ifade edilmektedir. Çoğu kez yetişkin bireyleri bile etkileyen bu mesajlar, henüz toplumsallaşma ve yetişkin birey olma yolundaki çocuğu daha fazla etkilemektedir. Dolayısıyla çocuk, çalışmak, başarılı olmak, erdemli olmak gibi insani boyuttaki pek çok değer yargısının yerine salt tüketerek mutlu olunacağı yolundaki düşünceye inandırılmaktadır.
Çocuğun nesnelerle olan ilişkisi öyle bir biçimde örgütlenmektedir ki, bu ilişki cocuğun hem kendi kimliği ve değer yargıları üzerinde olumsuz etkiler yaratmakta, hem de buna paralel olarak çevresindeki insanlarla olan ilişkilerini de bu nesne-insan ilişkileri örüntüsü çerçevesinde görmekte ve değerlendirmektedir. Çünkü o nesnenin satılması uğruna reklamlarda pek çok değer kullanılmaktadır. Kullanılan bu değerler çerçevesinde iletilen mesajlar kanalıyla da pek çok kimlik, ilişki ve değer yargıları ters yüz olmaktadır.
Reklamın temel amaçlarından biri tüketim için mal satmak olduğundan bu kültürün merkezindeki inançları sürdürür ve gelişmesine yardımcı olur. Dolayısıyla reklamlar da basmakalıp örnekleri kullanıyorlarsa, aynı zamanda bu basma kalıp örneklerdeki değer iletilerini de yansıtma eğilimindedirler (Burton,1995;150).
Bu değer iletileri zaman zaman yerleşik toplumsal değer yargılarının pekiştirilmesi yolunda bir rol üstlenirken, zaman zaman da çağdaş ve mutlu olma yolundaki vaatlerin ancak o nesnelerin kullanılmasıyla mümkün kılınabileceği yolunda olabilmektedir.
2.Cinsiyet rol tanımları ve karşı cinsle olan ilişkiler üzerine etkisi
Tüm programlarda çizilen kadın ve erkek portresi alışılmış kalıpların uzantısında olmaktadır. Yetişkinlere yönelik tüm programlarda olduğu gibi, çocuk programlarında, reklamlarda ve hatta çizgi filmlerde bile bunu görmek mümkündür. Hem kendi cinsel kimliğinin, hem de karşı cinsin nasıl olması gerektiği konusundaki mesajlarla doldurulan beyinler, ilerde yetişkin birey haline geldiklerinde bu beklentiler içinde olmaktadırlar.
Pek çok çizgi filmde dikkati çeken bir özellik de cinsiyet rol tanımlamaları olmaktadır. Bu tanımlamalarda çocuklar, bir kadın ya da erkek olarak nasıl olmaları gerektiğine ilişkin oluşturulmuş ideal tipleri görmektedir. Bu tiplerin özelliklerine baktığımızda kadınların zayıf, pasif, her zaman erkekten yardım talep eden, kurtarılmayı bekleyen taraf, erkeklerin ise evin geçimini sağlayan, yarışmacı, aktif, kurtarıcı, güçlü, hizmet talep eden taraf olduğu görülmektedir (Timisi ve Durlu,1995;500-503).
Aynı şekilde, programlarda yer alan mesajlarda erkek çocukların daha fazla şiddete başvuran taraf olduğu, kız çocuklarının ise, hanım hanımcık, sessiz, sakin, toplum tarafından kendi cinsine yazılan kaderine razı görüntü ve mesajlar yer almaktadır. Bu da çift yönlü bir etki yaratarak kız çocuklarının zayıf ve pasif olmaları ne kadar doğalsa, erkek çocuklarının da o kadar kavgacı ve saldırgan olmaları adeta doğal gösterilmektedir. Adeta cinsiyete dair şiddet eğilimleri onaylanmakta ve körüklenmektedir.
3.Anne ile ilişkisi üzerine etkisi
Çocuk, bir önceki bölümde sözü edilen kadın ve erkek rol tanımlamaları çerçevesinde bir anne görmek istemektedir. Tüm programların içeriğinde aktarılan anne tipinde olduğu gibi iyi ve ideal anne, evin tüm işlerini yapan, babaya ve çocuklara sürekli hizmet eden, onların her dediğini yerine getiren bir annedir. Bunun tersi halinde pek çok evde büyük sorunlar çıkabilmektedir.
Reklamlarda, çocuğunun sağlığını ve mutluluğunu düşünen tüm annelerin hangi ürünleri kullanması gerektiği bilinçaltına öylesine şırıngalanmaktadır ki bu ürünleri kullanmayan anneler, çocuklarını düşünmeyen kötü annelerdir adeta. Çarpıcı olması açısından temizlik maddeleri ve margarin reklamlarını anımsayalım. O temizlik maddesini kullanmayan anne, çocuğunun hijyen ve sağlık koşullarını önemsemeyen, ya da o margarini kullanmayan anne ise çocuklarının beslenmesine özen gestermeyen anneler olarak algılanmasına neden olacak nitelikte sunulmaktadır.
Tüm bunlar da çocuğun anneyle olan iletişimini olumsuz yönde etkileyen faktörlerdir. Yani, iyi anne, onlara hizmet eder ve orada sunulan ürünleri kullanır veya çocuğuna alır...Burada bir anlamda aba altından sopa gösterilerek, yani "gizli bir onay ve cezalandırma sistemiyle" (Burton,1995) aslında anne de cezalandırılmaktadır. Bunları yerine getiremeyen pek çok annenin suçluluk duyması sağlanmaya çalışılmaktadır.
4.Baba ile ilişkisi üzerine etkisi
Yine özellikle reklamlar aracılığıyla mutluluğun tek yolunun çok nesneye sahip olmak, ya da çok tüketmek olduğu aktarılır bizlere. "İnsanlar ne kadar çok şeyi olursa o kadar çok mutlu olacağını sanır." (Fromm,1991;18). Bu anlamda da evin geçimini sağlamakla yükümlü olduğu enjekte edilen baba, daha çok nesne alamazsa, ya da çocuklarının daha fazla tüketmelerini sağlayamazsa, onların mutluluğunu sağlayamayan bir baba konumuna düşürülmektedir.
Yine bir üst bölümde tanımlanan cinsiyet rolleri anne gibi babayı da iki anlamda etkilemektedir. Birincisi baba dışarda çalışır, para kazanır, evin tüm ihtiyaçların sağlar ve hatta onun da ötesinde karısının ve çocuklarının en iyi biçimde rahat ve konforlu yaşamaların sağlamakla yükümlüdür. Bunu sağlayamayan baba, yeteneksiz ve beceriksizdir. Reklamlarda almak o kadar kolaydır ki, bunu yapamayan baba işe yaramaz bir adamdır.
Öte yandan, dışarda para kazanan ve ailesinin daha rahat ve konforlu yaşamasını sağladığına göre de evde ayaklarını uzatıp tüm işleri karısından beklemek de hakkıdır...Bu anlamda da yılların getirdiği geleneksel anne-baba rolü bir kez daha pekiştirilmiş olur. Bu tiplemelerin istisnaları olsa da bu ender örnekler genel tabloyu değiştirmez.
Öte yandan pek çok program aracılığıyla iletilen mesajlarda baba, ailenin güven ve namusundan sorumlu olarak gösterilir ve bundan dolayı da babanın çevresine uyguladığı şiddet gizli bir biçimde onaylanır. Bunun ise iki temel olumsuz etkisi vardır. Birincisi, çocuk babasını öyle görmek istemektedir, özellikle de erkek çocuklar... ikincisi de büyüdüğünde o tip bir baba olması öğütlenmektedir adeta...
5.Şiddet eğilimlerine etkisi
Yukarda da belirttiğim gibi medya-çocuk ilişkisinde üzerinde en fazla durulan, araştırma yapılan konu şiddettir. Araştırmalar, televizyonun tek başına şiddete yöneltmediğini, ancak özendirdiğini ve arttırdığını göstermiştir. Şiddet ögesinin yer aldığı görüntüler, salt çocuk ya da yetişkin değil , tüm yaş gruplarına yönelik programlarda yer almaktadır. Şiddet, haberlerden, filmlere, dizilerden çizgi filmlere dek her yerde her an hayatın bir parçası olarak sunulmaktadır. Bu da şiddetin sıradanlaştırılması gibi çok tehlikeli bir olguyu beraberinde getirmektedir.
Burada önemli iki noktanın altını çizmek gerekiyor. Yetişkinlere dönük programlardaki şiddet görüntüleri ve çocuk programları, özellikle çizgi filmlerdeki şiddet görüntüleri. Bunu ayırmamın iki nedeni var. Birincisi, çocukların yetişkinlerin televizyon izlediği saatlerde televizyon izleyip izlememeleri gibi bir sorun var. Bilindiği gibi, ailelerin pek çoğunda çocuklar, belli bir saate kadar anne-babayla birlikte teevizyon izlemektedir. En azından haberlerde aile birliktedir. Ancak televizyon konusunda duyarlı ve dikkatli davranarak çocuklarına belli saatlerde kısıtlamalar getiren aileler de ne yazık ki çocuklarını çizgi filmlerden koruyamamaktadır. Yani bir yerden kaçarken diğer tarafa yakalanmaktadırlar.
Bazı çizgi filmlerde karakterler onca şiddetten sonra ayağa kalkabilmektedir. Yani orada uygulanan şiddetin zarar vermediği gibi bir algılama da söz konusu olabilmektedir. Ayrıca filmlerde sevilen karakterler karşılarındaki kişilere şiddet uyguladıklarında çocuklar tarafından coşku ve heyecanla izlenmekte ve kahramanın yenmesi yönünde tezahürat yapılmaktadır.
İstanbul'da 1995 ve 1999 yıllarında 5-7 ve 10-12 olmak üzere iki farklı yaş grubunu kapsayan toplam 509 çocuk üzerinde yapılan bir çalışmada, çocuklara sorulan çeşitli sorularla çocukların haberleri nasıl algıladıkları ve tanımladıkları saptanmış. 5-7 yaş grubundaki çocuklar, bilindiği gibi kavramları ana dilinden basit sözcükler ve sembollerle tanımlayabilirler.
Haberlerde yer alan silah, bomba, kanlı bıçak, ambulans, çarpışan arabalar, birbirini vuran insanlar, yanan ormanlar, yanan ve yıkılan evlerin hepsi de olumsuzluk içermekte ve nitekim çocuklar tarafından da öyle algılanmaktadır. "Sana göre haber nedir?" sorusuna gelen yanıtların içinde en çarpıcı olanlarına baktığımızda adeta büyüklere ders verir nitelikte olduğunu görüyoruz. 6 yaşındaki bir kız çocuğu haberlerde sadece acınacak şeylerin olduğunu söylerken, 6 yaşındaki bir erkek çocuk ise haberleri korku filmi seyrettiğini ifade etmektedir. Tek veya iki kelimeyle tanımlamaları istendiğinde ise ağırlıklı olarak"savaş-ölüm", "kaza-ölüm" kavramları çıkmıştır (Rigel,1999). Ölümü sıradan bir olay gibi görmeye alıştırılmış bir nesil geliyor....
A.B.D'de yapılan bir araştırmada ise televizyonun şiddet eğilimlerini ortaya çıkarttığı ve kışkırttığı neredeyse kanıtlanmış ve onaylanmıştır. Televizyon, beyazların oturduğu mahalleye zencilerin mahallesinden 10 yıl önce gelmiş. Her iki mahallede de televizyon gelmeden önce ve geldikten sonraki suç oranlarında inanılmaz bir artış olduğu görülmüş.
Şiddet konusunda son olarak şunu ifade etmek gerekiyor. Tek başına televizyondaki şiddet görüntülerinin çocukları şiddete yönelttiğini söylemek elbette yanlış. Ancak, araştırmalara göre, çocuğun şiddete başvurması, çocuğun bulunduğu aile ortamı, çevre ve eğitime paralel olarak değişim göstermektedir. Örneğin sevgi ve huzur dolu bir ailede bulunan ve iyi bir eğitim alan bir çocukla, aile içinde şiddete maruz kalan, ya da ailede ve çevresinde şiddete tanık olan ve iyi bir eğitim olanağına sahip olamayan çocuklar, ve hele sokaklarda her türlü şiddetin içinde yaşayan çocuklar yanyana konduğunda ne demek istendiği daha iyi anlaşılacaktır. Belki de deyim yerindeyse televizyondaki şiddet görüntüleri çocuğun şiddete başvurma nedenleri arasında ikincil ama önemli bir yer tutmaktadır.
6.Okumaya, düşünmeye ve başarıya etkisi
İlk paragraflarda sözünü ettiğmiz yazılı kültür-televizyon ilişkisini anımsayalım. Bilindiği gibi yazılı kültür, düşünmeyi, yorumlamayı ve sorgulamayı sağlar insanlara... Oysa televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte bir "gösteri" çağı başlamış, bu eğlence ve gösteri çağının başlamasıyla birlikte insanlar sadece gösterilenleri almakla yetinir olmuşlardır. Artık bırakın yorumlamayı, düşünmek bile en son düşünülen şey olmaya başlamıştır. Kırk yılda bir düşünmeye iten bir program olsa bile insanlar "bütün gün yoruluyoruz zaten" diyerek eğlenceyi ve gösteriyi tercih etmektedirler. Oysa bilindiği gibi "Antik Yunanda, boş zamanda yapılan tek şey düşünmekti. Öyle ki 'boş zaman' ya da 'serbest zaman' ı karşılayan leisure, okul için kullanılırdı" (Postman,1995;18).
Yetişkinlerin bile televizyon tutsağı oldukları ve çoğu kez etkilendikleri bir ortamda çocukların bundan soyutlanamayacağı ortadadır. Kaldı ki yarının yetişkin bireyleri olacak olan çocukların algılama ve bilinç düzeyi düşünüldüğünde durumun daha da vahim olduğu görülmektedir. Televizyon tek yönlü bir toplumsallaştırma aracıdır, çünkü çocuk televizyona soru soramamakta, açıklama isteyememekte ve itiraz edememektedir. Çocuk televizyona maruz kalmaktadır, çünkü etkileşim tek yönlü bir biçimde gerçekleşmekte, yani sadece televizyondan çocuğa doğru olmaktadır.
Çocuklar televizyon önünde duygusal olarak hissetmektedirler, fakat kanıt aramamaktadırlar ve çok defa de düşünmemektedirler. Yaratılış olarak, bu durum kanıtlamaya direnmeyi geliştirmemektedir. Bilişsel çalışmanın olmaması da çocuğun yorulmasını doğurmaktadır. Tüm bu genel durum, çocuğun televizyon yayınlarını kolayca emmesini ve içine çekmesini kolaylaştırmaktadır... Televizyon uyutmaktadır. Televizyon eğlendirmekte ve doyurmaktadır. Bu iki olanak uyutmak için en fazla kullanılan yöntemdir (Saatçılar,1997).
Ayrıca çocuğun aşırı bir biçimde televizyon izlemesi, onu okumaktan, sinema ve tiyatroya gitmekten, hatta çoğu kez oyun oynamaktan bile yoksun bırakmaktadır. Çocuğun sosyal ilişkileri zayıflamakta ve içe kapalı bir hale gelebilmektedir. Öyle ki çoğu kez yemek yemek için bile anne babasının yanına gitmemekte ve yemeği tepsi içinde sunularak televizyonu izlerken yemesi sağlanmaktadır.
Televizyon izlenirken programların sık sık reklamlarla kesilmesi, dikkatin sürekliliğinin yitirilmesine yol açmakta, yoğunlaşma kapasitelerinin bozulmasına neden olmaktadır. Bunların dışında televizyon, çocukta yazısal anlatımdan hareketle öykü inşası için zorunlu olan kapasiteyi, zihinsel imgelerin inşası kapasitesini azaltmaktadır (Revue,1998;37). Görüldüğü gibi belki daha az önemli değil ama, televizyon şiddetin de ötesinde çocuğun kişisel gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir.
7.Kültürel yabancılaşmaya etkisi
Bilindiği gibi televizyondaki programların bazıları, çizgi filmlerin ise neredeyse tümü dış kaynaklıdır. Yani bu ürünleri tüm dünya ülkeleri izlemektedir. Bu ise her toplumda ve o toplumdaki bireylerde ve özellikle çocuklarda farklı etkilenmeler yaratmaktadır.
Eğlence endüstrisiyle tüm toplumlar aynı anda etkilenmektedir. Geleneksel toplumların kültürleri üzerinde bu yolla televizyon, negatif etki yaratmaktadır. Endüstrileşmiş toplumlar işleyim ritmi açısından bu mesajları kabul etmeye daha uygundur. Mesajları ulaştıran dil de ulus kültürleri ve alt kültürleri bozmaktadır. Kültürel yabancılaşmayı arttırmaktadır (Mac Brides,1981;160-162).
Dolayısıyla çocuklar, kendi öz kültür ürünleri ile değil, başka ülkelerde üretilen kahramanlar ve farklı değerlerin işlendiği programlarla büyümektedirler. Bu da çocukları kendi ulusal kültürümüze yabancılaşmayı doğurmaktadır.
8.Dildeki yozlaşmaya etkisi
Yine bir üst başlıkta ifade edilen etkilenmeler nedeniyle televizyon, en önemli ifade ve iletişim aracı olan dil üzerinde de oldukça olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Bu etkilenme iki biçimde olmaktadır. Birincisi kullanılan sözcük sayısının azlığı... İkincisi ise kendi ana dilinin yozlaşmaya başlamasına etkisi... Bu iki etmen, yabancı kaynaklı programların yanısıra, yerli programlarda da sıkça rastladığımız türkçenin yanlış, kötü, yabancı özentili ve kısır bir şekilde kullanılımasından ileri gelmektedir.
9.Kendi kimliklerinin bağımsız ve özgün bir biçimde oluşmasına etkisi
Burada aktarılan hiçbir maddenin birbirinden bağımsız olarak değerlendirilemeyeceği açıkça görülüyor. Aynı şekilde çocukların bu etkilenmeler çerçevesinde kendi özgün kimliğini ve kişiliğini oluşturamaması da çok doğaldır. Kanımızca en sinsi tehlikelerden ve olumsuzluklardan biri de budur. Çocuk, kendini izlediği programlardaki kişilerin veya daha yoğun olarak filmlerdeki karakterlerin yerine koymaktadır.
Çoğu kez hayran olduğu kahraman ya da karakter, büyüyünce olmak istediği kişidir. Böylece çocuk kendi kişisel bilinci, çalışması ya da yetenekleri ile değil, tamamen farklı etkilenmelerle büyüyünce "O" (o her neyse) olmak istemektedir. Bu bazen bir yarışma programı sunucusu, bazen filmdeki kötü adamları döven erkek karakter, bazen de güzelliği sayesinde zengin ve yakışıklı bir erkekle evlenen bir kadın karakter olabilmektedir. Bu örnekleri uzatmak mümkündür. Bunlar da biraz önce değindiğimiz okuma, yorumlama ve yargılama yetilerinin bilinen nedenlerle gelişmemesinden kaynaklanmaktadır.
10.Çocukluğun yitirilişi ve masumiyetin yok oluşuna etkisi
Tüketim ve şiddet başta olmak üzere tüm bu etkilenmelerin sonucu artık eski çocuklara benzeyen çocukları görebilmemiz neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Giysileri, tüketimleri, tavırları, yok olmaya başlayan oyunları ve nesneleştirilen minicik bedenleriyle artık çocukluk yok olmaktadır. Çocukluğun yok olmaya başlamasıyla da çocukla özdeş, insanların o dönemine atfedilen "masumiyet " de giderek ortadan kaybolmaya başlamıştır.
Tüketim adı altında günümüzde her yerde, hem yokoluşları hem de karikatürsi dirilişleri kutsayan bazı tarihsel yapıların parçalanmasına tanık oluyoruz. Aile çöküyor mu?, aile yüceltilir. Çocuklar artık çocuk değil mi? çocukluk kutsanır (Boudrillard,1997;116).
Çocuklar, belirli bir biçimde televizyon aracılığıyla, çocukluklarında yoksun bırakılmaktadırlar. Televizyon sayesinde, çocuklar çaresiz bir biçimde yetişkinler konumuna alıştırılıyorlar. Televizyon çağından önce, ana okullarındaki çocukların yapmış oldukları resimler daha çocuksu ve barışçıl iken, günümüzde yok edici robotlarla dondurulmuş şiddet içeriklidir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Peki ne yapmalı? Sadece araştırmak, incelemek ve konuşmak yeterli mi? Elbette değil... Şimdiye dek pek çok ülkede yapılan araştırmalar, televizyonun çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini kanıtladığına göre artık önlemler alınması için harekete geçme zamanı gelmiştir..
Harekete geçerken de çözüm önerilerinin doğru saptanması kadar bunların doğru adrese ifade edilmesi de önem taşımaktadır. Örneğin çözümü salt devletten beklemek kadar tek başına televizyon kanallarından beklemek de yanlıştır.
Şu anda televizyonu çocukların hayatından baskı yoluyla çıkartamayacağımıza göre yapılabilecek şeyler bellidir. Aileler ve sivil toplum örgütleri bu konuda en başta gelen doğru adreslerdir. Ben burada önce ailelerin beklentilerini ve yapabileceklerini, daha sonra da sivil toplum örgütlerinin yapabileceklerini, en son da genel olarak birkaç öneriyle çalışmamı bitirmek istiyorum.
Ana babaların televizyon programlarının içeriği ile ilgili istekleri şunlar:
1.Televizyonda gösterilen vurdulu kırdılı şiddet içeren filmlerin ya da reality-showların, yayından kaldırılması ya da geç saatlerde yayına konması.
2.Özellikle, haberlerde, şiddet içeren ve üzücü görüntülerin yer almaması ve defalarca, üstü bantlı olsa da gösterilmemesi.
3.Çocuklara duygu ve davranışlarıyla örnek olabilecek çocuk oyuncu ya da oyuncuların rol aldığı yerli dizi filmlerin gösterilmesi.
4.Televizyonda çocuk programlarının ve çizgi filmlerin çeşidi ve süresinin arttırılması ve bu filmlerin arka arkaya değil de aralıklarla gösterilmesi.
5.Türk kültüründe yer etmiş halk tiplemelerinin çocuk programlarında daha çok yer alıp çocuklara tanıtılması.
6.Çocuk dizileri ve çocuk programlarında argo sözcüklerin kullanılmaması.
7.Özellikle çocuk yuvalarına giden çocuklar düşünülerek çocuklara yönelik programların akşam 19.00 ile 21.00 arasında gösterilmesi.
8.Türk televizyon kanalları arasında sadece çdcuklara yönelik ve çocukların sunduğu bir kanalın yer alması (Başal,1999).
Çocuklara yönelik programlar hazırlanırken, program yapımcıları tarafından çocukların özellikleri dikkate alınmalı ve gelişimin en hızlı olduğu okul öncesi dönemde onların dış uyarılardan çok fazla etkilenebilecekleri düşünülmelidir.
Ailelere düşen öncelikle çocuğu televizyon karşısında yalnız ve savunmasız bir biçimde bırakmamak, mümkün olduğunca birlikte izlemek. Konuşarak, anlatarak ve paylaşarak. Sonra da çocukları okumaya sevketmek ve televizyon izlemelerine belli ölçülerde sınırlandırmalar getirmek.
Sivil toplum örgütleri birlikte hareket ederek en azından başlangıç olarak çocuklara yönelik tüm programlarda yer alan şiddet unsurlarının kaldırılmasını sağlamaları gerekmektedir. Şiddet ya da çocuklara zararlı olduğu düşünülen unsurların yer aldığı programlarda kodlama sistemi uygulanabilir.
Salt çocukların değil, yetişkin bireylerin de okuma alışkanlıklarının ve bunun uzantısında sağlanacak olan yetilerin kazandırılması gerekir. Yine bu çerçevede televizyonda izlenen görüntülerin anlamlarının okunması ve yorumlanması eğitimi verilmelidir. Başta yetişkin bireyler olmak üzere görüntülerin okunması ve yorumlanması öğrenildiği takdirde izleyiciler televizyon karşısında savunmasız ve bilinçsiz bir durumda olmaktan kurtulacakları için uğranılacak zarar ya da olumsuz etkilenmeler sıfırlanamasa da minimuma inecektir.
Postman ve Powers, izleyicinin kendini savunabilmesi için, hazırlıklı bir kafaya ve birbirini bütünleyen bir değer sistemine sahip olması gerektiğini belirtirler (Postman ve Powers,1996;83-102). Buna kavuşmanın yolu ise, insanların okuma alışkanlığını kazanması, düşünme, tartışma ve yargılama yetisine kavuşması ve herkesin yararlı birer hobi edinmesinden geçmektedir.
Belki kat edilmesi gereken yol çok fazla... Ama istersek yapabiliriz....
KAYNAKLAR
BAŞAL, H.A.(1999), "3-6 Yaş Çocukların Günlük Yaşamlarında "Televizyon" ve "Televizyon" ile İlgili Ana-Baba Görüşleri" İletişim Ortamlarında Çocuk Birey Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 13-15 Nisan 1999, A. Ü İl.Fak.
BATMAZ, V. (1998), "Televizyonlar MGK Gündemine Alınmalı", Radikal, 28 Şubat
BOUDRILLARD, J. (1997), Tüketim Toplumu, Çev.Hazal Deliçaylı, Ayrıntı Yay., İstanbul
BURTON, G. ( 1995), Görünenden Fazlası, Çev.Nefin Dinç, Alan Yay., İstanbul
BÜKER, S.-KIRAN, A. (1999), Reklamlarda Kadına Yönelik Şiddet, Alan Yay., İstanbul
DURLU, L.Ö.(1995), "Bilgisayar Oyunları ve Cinsiyet Rolleri", Çocuk ve Toplum, Gündoğan Yay., Ankara
FROMM, E.(1991), Sahip Olmak Ya Da Olmak, Çev.Aydın Arıtan, Arıtan Yay., İstanbul
HAMELINK CEA, H.(1997), International Communication Market and Morality Der: Ali Mohammady, International Communication and Globalization, Sage Publ., London
KAPFERER, J.N.(1985), Çocuk ve Reklam, Çev., Şermin Önder, Afa Yay., İstanbul
KURUOĞLU, H. (1999) ,"Televizyon Reklamlarında Çocuk", İletişim Ortamlarında Çocuk Birey Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 13-15 Nisan 1999, A. Ü İl.Fak.
MAC BRIDE, S.(1981), Many Voices One Word, Sage Publ., London
POSTMAN, N. (1995), Çocukluğun Yokoluşu, Çev.Kemal İnal, İmge Yay., İstanbul
POSTMAN, N. (1994), Televizyon:Öldüren Eğlence, Çev.Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., İstanbul
POSTMAN, N.-Powers,S.(1996), Televizyon Haberlerini İzlemek, Çev.Aslı Tunç, Kavram Yay., İstanbul
REVUE, (1998), Sciences et Avenir, Şubat
RİGEL, N. (1999), "Child in the News Network", İletişim Fakültesi Dergisi, IX. İstanbul
SAATÇILAR, C. (1997), Anaokuluna Giden Çocukların Sosyalizasyon Süresinde Ebeveynlerin ve Eğiticilerin Rolü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, E.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir
TİMİSİ, N.(1996), Medyada Cinsiyetçilik, Ankara: T.C Başk. Kadın Stat. ve Sorn. Gen. Müd.Yay.
UNNIKRISHNAN, N.-BAIPAI, S. (1996), The Impact of Television Advertising on Chlidren, Sage Publ., New Delhi
YAVUZER, H. (1990), Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, İstanbul
Yard.Doç.Dr.Huriye Kuruoğlu
E.Ü İletişim Fakültesi
''İdeoloji görüntülerin içinden geçer''
Douglas Kellner
Giriş
Günümüzde gerekli gereksiz her yerde ve her biçimde tartışılan televizyonu iki körün tuttuğu fil örneğine benzetmek mümkündür. Her kesimden insanın kendi düzeyi ve beklentileri çerçevesinde konuya yaklaşımları farklı olabilmektedir. Ben daha çok çeşitli programlar aracılığıyla televizyonda yer alan ve çocukları çeşitli biçimlerde etkilediğine inandığım birtakım açık ve örtük mesajlar üzerinde durmak istiyorum.
Televizyonun olumsuz etkileri konusunda daha çok şiddet ögesi üzerinde durulmaktadır. Elbette bu, çok önemli bir ilişkilendirmedir ve üzerinde hassasiyetle durulması ve sorgulanması gereken bir konudur. Ancak algılama biçimi, algıladıklarını benimseme hızı ve hayata geçirme istekleri ve yanısıra geleceğin yetişkinleri olmaları açısından bakıldığında televizyonun çocuk üzerindeki etkilerini salt şiddetle sınırlamanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle bu ilişkilendirme doğrudur, ancak eksiktir. Ben burada çok ayrıntılı bir biçimde olamasa da çeşitli alt başlıklar çerçevesinde bu ilişkilendirme tiplerine ve televizyonun çocukları etkilediğine inandığımız diğer bazı konulara değinmek istiyorum. Şunu da belirtmeliyim ki bu ilişkilendirme tiplerine ve etkilenmelere değinirken sıralamam belli bir önem derecesine göre olmadı. Çünkü, bunun önem sırası, ya da başka bir ifadeyle etkilenme oranı sıralaması çocuğun yaşadığı ortama göre değişkenlik gösterebilmektedir. Ancak kendi kişisel görüşüm olarak belirtmeliyim ki, tüm etkilenmelerin ötesinde, salt kısa vadede değil, uzun vadede olaya bakıldığında en tehlikeli görüneni, televizyonun her bir çocuğu tehlikeli bir biçimde birer tüketim toplumu bireyi haline getirmesidir. Biraz sonra aşağıda da görüleceği gibi bu faktör aynı zamanda gerek kişisel, gerekse ilişkiler bazında, pek çok etkileme veya etkilenmenin de temelini oluşturmaktadır. Çünkü tüketim toplumu bireyi, salt tüketmekle kalmaz, değer yargıları, ilişki biçimleri özetle kişiliğe dönük pek çok şey değişiklik gösterir. Bu bakımdan da, yani etki yelpazesi düşünüldüğünde de çoğu kez şiddetten daha tehlikeli olabileceği anlaşılmaktadır.
Günümüzde pek çok ülkede televizyonun olumlu veya olumsuz etkileri tartışılmaktadır. Ülkelerin toplumsal yapıları ve buna bağlı olarak televizyon yayınlarının biçim ve içeriğine göre bu etkilenmeler farklılıklar gösterebilmektedir.
Bilindiği gibi ülkemiz matbaaya Avrupa'dan yaklaşık 500 yıl sonra kavuşmuştur. Bu da toplumun yazılı kültürü yaşamadan görsel kültüre geçmesi anlamını taşımaktadır. Gazete ve kitap okuma oranı düşüklüğünün temelinde de bu zihniyet sorunu yer almaktadır. Yine aynı nedenle okuma ve düşünme geleneğinin yerleşmediği bizim gibi toplumlarda televizyondan etkilenme çok daha yoğundur. Ayrıca Veysel Batmaz'ın da belirttiği gibi, "Televizyonu sadece siyasal güç ya da eğlence aracı değil, tüm kültürü yaratan devasa bir sosyolizasyon aracı olarak görmenin zamanı gelmiştir" (Batmaz, 1998;3).
Yaratılan bu devasa kültürün iki temel dayanağı vardır. Eğlenmek ve tüketmek. Kitle iletişim araçlarının tarihine ve işlevlerine baktığımızda aslında dört büyük temel işlevlerinin bulunduğu (ya da bulunması gerektiği) görülmektedir. Bilgilendirmek, haber vermek, mal ve hizmet tanıtımı yapmak ve eğlendirmek. Ancak biraz önce de belirttiğimiz gibi artık eğlenme ve tüketme (belki daha ironik bir ifadeyle eğlendirerek tüketmeye azmettirmek) temel iki işlevi kalmıştır.
Ayrıca gerek ülkemizde, gerekse dünyada yapılan tüm araştırmalar göstermiştir ki, istisnai durumların dışında çocukların televizyon izleme sıklığı ve alışkanlığı, televizyonun bu özellikleri de göz önüne alındığında, kişiliğinin oluşması ve başarısı için tehlikeli boyutlardadır. Öte yandan ailenin tek ya da temel toplumsal kurum olduğu toplumlarda, çocuğun davranışlarının açıklanması ve anlaşılmasında referans kaynağını aile oluşturabilirken günümüz toplumlarında aile, söz konusu sorumluluğunu ya da referans olma özelliğini diğer toplumsal kurumlarla paylaşma durumundadır. Çünkü günümüzde bir aile ortamına gözlerini açan çocuk, ebeveyniyle iletişime girmekle kalmayıp, ilk günden itibaren televizyonla da iletişime girmektedir. Televizyon, tek yanlı iletişimiyle izleyiciyi savunmasız yakalamaktadır. Bilinçli bir yetişkin ile henüz bilinci oluşmamış bir çocuğun bundan etkilenme durumlarının aynı olması elbette mümkün değildir.
Fransa'da çocukların % 30'u her gün 3 saat 28 dakika ekran karşısında kalıyorlar. Uluslararası Çocuk Merkezi tarafından gerçekleştirilen incelemeye göre, iki yaşındaki çocuklar televizyon açmayı biliyorlar, üç yaşında da hergün televizyona bakıyorlar (Revue,1998;38). Fransa'da yapılan başka bir araştırmaya göre: 4-10 yaşındaki çocuklar 1 saat 45 dakika; 11-14 yaşındakiler 2 saat 1 dakika; büyükler 2 saat 50 dakika televizyona bakmaktadırlar (Revue,1995). Ege Üniversitesi'nde 1997 yılında yapılan bir çalışmada, Ege Üniversitesi Ana Okuluna giden çocukların ebeveynlerinini ifadesine göre: Çocukların % 56'sı günde 2, % 44'ü de üç saat televizyon seyretmektedirler (Saatçiler,1997). Üst toplumsal kesimden çocukların gittiği Alsancak Gazi ilkokulu'nda erkek çocukların % 40'ı 3 saatten daha fazla kız çocukların ise % 40'ı 2-3 saat arasında televizyona baktıklarını söylediler.Büyük Çiğli İlköğretim Okulu'nda erkek çocukların % 53'ü, kız çocukların % 66'sı ortalama 1 saat televizyona baktıkların belirttiler. Bu verilere göre üst toplumsal kesim çocuklarının günde ortalama 2,5 saat, alt toplumsal kesim çocuklarının ise 1,5 saat televizyona baktıkları söylenebilir. Erkek çocuklarının daha fazla televizyona baktıklarına dikkat edilirse, ataerkil değerlerin egemen olduğu ailelerde erkek çocuklarına daha fazla televizyona bakma olanağının verildiği söylenebilir.
Konunun temelini oluşturan bu bilgilerin aktarılmasından sonra ilişkilendirme tiplerinin ve çocukların etkilendikleri konuları özetle vermek gerekirse, bunları on başlık altında toplamanın mümkün olduğu görülmektedir.
1.Tüketim toplumu bireyi olmaları üzerine etkileri
2.Cinsel kimliğin oluşması ve karşı cinsle olan ilişkiler üzerine etkisi
3.Anne ile ilişkisi üzerine etkisi
4.Baba ile ilişkisi üzerine etkisi
5.Şiddet eğilimlerine etkisi
6.Okumaya, düşünmeye ve başarıya etkisi
7.Kültürel yabancılaşmaya etkisi
8.Dildeki yozlaşmaya etkisi
9.Kendi kimliklerinin bağımsız ve özgün bir biçimde oluşmasına etkisi
10.Çocukluğun yitirilişi ve masumiyetin yokoluşuna etkisi
1.Tüketim toplumu bireyi olmaları üzerine etkileri
Biraz önce televizyonun kalan iki temel işlevinin eğlendirmek ve tükettirmek olduğuna değinmiştik. Tükettirme azminde olan mal ve hizmetlerin tanıtımı, artık salt reklamlarda değil, pek çok programın içinde de yer almaktadır. Bu, belki ayrı bir çalışma konusu olacak denli önemlidir. Ancak ben burada daha ziyade direkt mal ve hizmetlerin tanıtım programları olan ve dolaysız bir biçimde izleyicileri tüketime yönelten reklamlara değineceğim. Reklamlar, sadece yetişkin bireyleri değil, toplumda önemli bir çoğunluk olan çocukları da hedef alarak daha fazla tüketmeleri için hergün yüzlerce mesaj göndermektedir. Ayrıca hepimizin de bildiğimiz ve tanık olduğumuz gibi, reklamlar, kısa süreli ve hareketli oldukları için çocukları pek çok programdan daha çok cezbetmekte ve dakikalarca gözlerini ayırmadan reklamların sonuna dek izlemektedirler. Bu da henüz taze çocuk beyinlerin tüketim arzusu ve marka istekleri ile doldurulmasına neden olmaktadır.
Çocuklar neredeyse, doğumlarından itibaren TV izlemeye başlamış, TV'den fikirler kapmak herhangi bir beceri gerektirmediğinden çok erken yaşlarda reklam izleyicisi topluluğunun önemli bir parçası olmuşlardır. Televizyonların da tüketimin sınırlarını genişletmede oynadığı rolün ışığında çocuklar, özellikle reklam endüstrisi için önemli bir hedef haline gelmiştir. Birincisi, çocuğun elinde eskisinden daha fazla para vardır, ikincisi ve daha önemlisi çocuklar, ailelerin marka seçimlerinde başlıca etki faktörleri olarak görülmektedir. Üçüncüsü ise onları küçükken yakalamanın ve marka sadakati aşılamanın kolay ve kalıcı olabilmesidir (Unnikrishnan,1996;146-156).
Reklamlarda yer alan sloganların, mesajların altında mutlu hayatlar vaadedilmekte ve bu hayata ulaşmanın tek yolunun o ürüne sahip olmaktan geçtiği ifade edilmektedir. Çoğu kez yetişkin bireyleri bile etkileyen bu mesajlar, henüz toplumsallaşma ve yetişkin birey olma yolundaki çocuğu daha fazla etkilemektedir. Dolayısıyla çocuk, çalışmak, başarılı olmak, erdemli olmak gibi insani boyuttaki pek çok değer yargısının yerine salt tüketerek mutlu olunacağı yolundaki düşünceye inandırılmaktadır.
Çocuğun nesnelerle olan ilişkisi öyle bir biçimde örgütlenmektedir ki, bu ilişki cocuğun hem kendi kimliği ve değer yargıları üzerinde olumsuz etkiler yaratmakta, hem de buna paralel olarak çevresindeki insanlarla olan ilişkilerini de bu nesne-insan ilişkileri örüntüsü çerçevesinde görmekte ve değerlendirmektedir. Çünkü o nesnenin satılması uğruna reklamlarda pek çok değer kullanılmaktadır. Kullanılan bu değerler çerçevesinde iletilen mesajlar kanalıyla da pek çok kimlik, ilişki ve değer yargıları ters yüz olmaktadır.
Reklamın temel amaçlarından biri tüketim için mal satmak olduğundan bu kültürün merkezindeki inançları sürdürür ve gelişmesine yardımcı olur. Dolayısıyla reklamlar da basmakalıp örnekleri kullanıyorlarsa, aynı zamanda bu basma kalıp örneklerdeki değer iletilerini de yansıtma eğilimindedirler (Burton,1995;150).
Bu değer iletileri zaman zaman yerleşik toplumsal değer yargılarının pekiştirilmesi yolunda bir rol üstlenirken, zaman zaman da çağdaş ve mutlu olma yolundaki vaatlerin ancak o nesnelerin kullanılmasıyla mümkün kılınabileceği yolunda olabilmektedir.
2.Cinsiyet rol tanımları ve karşı cinsle olan ilişkiler üzerine etkisi
Tüm programlarda çizilen kadın ve erkek portresi alışılmış kalıpların uzantısında olmaktadır. Yetişkinlere yönelik tüm programlarda olduğu gibi, çocuk programlarında, reklamlarda ve hatta çizgi filmlerde bile bunu görmek mümkündür. Hem kendi cinsel kimliğinin, hem de karşı cinsin nasıl olması gerektiği konusundaki mesajlarla doldurulan beyinler, ilerde yetişkin birey haline geldiklerinde bu beklentiler içinde olmaktadırlar.
Pek çok çizgi filmde dikkati çeken bir özellik de cinsiyet rol tanımlamaları olmaktadır. Bu tanımlamalarda çocuklar, bir kadın ya da erkek olarak nasıl olmaları gerektiğine ilişkin oluşturulmuş ideal tipleri görmektedir. Bu tiplerin özelliklerine baktığımızda kadınların zayıf, pasif, her zaman erkekten yardım talep eden, kurtarılmayı bekleyen taraf, erkeklerin ise evin geçimini sağlayan, yarışmacı, aktif, kurtarıcı, güçlü, hizmet talep eden taraf olduğu görülmektedir (Timisi ve Durlu,1995;500-503).
Aynı şekilde, programlarda yer alan mesajlarda erkek çocukların daha fazla şiddete başvuran taraf olduğu, kız çocuklarının ise, hanım hanımcık, sessiz, sakin, toplum tarafından kendi cinsine yazılan kaderine razı görüntü ve mesajlar yer almaktadır. Bu da çift yönlü bir etki yaratarak kız çocuklarının zayıf ve pasif olmaları ne kadar doğalsa, erkek çocuklarının da o kadar kavgacı ve saldırgan olmaları adeta doğal gösterilmektedir. Adeta cinsiyete dair şiddet eğilimleri onaylanmakta ve körüklenmektedir.
3.Anne ile ilişkisi üzerine etkisi
Çocuk, bir önceki bölümde sözü edilen kadın ve erkek rol tanımlamaları çerçevesinde bir anne görmek istemektedir. Tüm programların içeriğinde aktarılan anne tipinde olduğu gibi iyi ve ideal anne, evin tüm işlerini yapan, babaya ve çocuklara sürekli hizmet eden, onların her dediğini yerine getiren bir annedir. Bunun tersi halinde pek çok evde büyük sorunlar çıkabilmektedir.
Reklamlarda, çocuğunun sağlığını ve mutluluğunu düşünen tüm annelerin hangi ürünleri kullanması gerektiği bilinçaltına öylesine şırıngalanmaktadır ki bu ürünleri kullanmayan anneler, çocuklarını düşünmeyen kötü annelerdir adeta. Çarpıcı olması açısından temizlik maddeleri ve margarin reklamlarını anımsayalım. O temizlik maddesini kullanmayan anne, çocuğunun hijyen ve sağlık koşullarını önemsemeyen, ya da o margarini kullanmayan anne ise çocuklarının beslenmesine özen gestermeyen anneler olarak algılanmasına neden olacak nitelikte sunulmaktadır.
Tüm bunlar da çocuğun anneyle olan iletişimini olumsuz yönde etkileyen faktörlerdir. Yani, iyi anne, onlara hizmet eder ve orada sunulan ürünleri kullanır veya çocuğuna alır...Burada bir anlamda aba altından sopa gösterilerek, yani "gizli bir onay ve cezalandırma sistemiyle" (Burton,1995) aslında anne de cezalandırılmaktadır. Bunları yerine getiremeyen pek çok annenin suçluluk duyması sağlanmaya çalışılmaktadır.
4.Baba ile ilişkisi üzerine etkisi
Yine özellikle reklamlar aracılığıyla mutluluğun tek yolunun çok nesneye sahip olmak, ya da çok tüketmek olduğu aktarılır bizlere. "İnsanlar ne kadar çok şeyi olursa o kadar çok mutlu olacağını sanır." (Fromm,1991;18). Bu anlamda da evin geçimini sağlamakla yükümlü olduğu enjekte edilen baba, daha çok nesne alamazsa, ya da çocuklarının daha fazla tüketmelerini sağlayamazsa, onların mutluluğunu sağlayamayan bir baba konumuna düşürülmektedir.
Yine bir üst bölümde tanımlanan cinsiyet rolleri anne gibi babayı da iki anlamda etkilemektedir. Birincisi baba dışarda çalışır, para kazanır, evin tüm ihtiyaçların sağlar ve hatta onun da ötesinde karısının ve çocuklarının en iyi biçimde rahat ve konforlu yaşamaların sağlamakla yükümlüdür. Bunu sağlayamayan baba, yeteneksiz ve beceriksizdir. Reklamlarda almak o kadar kolaydır ki, bunu yapamayan baba işe yaramaz bir adamdır.
Öte yandan, dışarda para kazanan ve ailesinin daha rahat ve konforlu yaşamasını sağladığına göre de evde ayaklarını uzatıp tüm işleri karısından beklemek de hakkıdır...Bu anlamda da yılların getirdiği geleneksel anne-baba rolü bir kez daha pekiştirilmiş olur. Bu tiplemelerin istisnaları olsa da bu ender örnekler genel tabloyu değiştirmez.
Öte yandan pek çok program aracılığıyla iletilen mesajlarda baba, ailenin güven ve namusundan sorumlu olarak gösterilir ve bundan dolayı da babanın çevresine uyguladığı şiddet gizli bir biçimde onaylanır. Bunun ise iki temel olumsuz etkisi vardır. Birincisi, çocuk babasını öyle görmek istemektedir, özellikle de erkek çocuklar... ikincisi de büyüdüğünde o tip bir baba olması öğütlenmektedir adeta...
5.Şiddet eğilimlerine etkisi
Yukarda da belirttiğim gibi medya-çocuk ilişkisinde üzerinde en fazla durulan, araştırma yapılan konu şiddettir. Araştırmalar, televizyonun tek başına şiddete yöneltmediğini, ancak özendirdiğini ve arttırdığını göstermiştir. Şiddet ögesinin yer aldığı görüntüler, salt çocuk ya da yetişkin değil , tüm yaş gruplarına yönelik programlarda yer almaktadır. Şiddet, haberlerden, filmlere, dizilerden çizgi filmlere dek her yerde her an hayatın bir parçası olarak sunulmaktadır. Bu da şiddetin sıradanlaştırılması gibi çok tehlikeli bir olguyu beraberinde getirmektedir.
Burada önemli iki noktanın altını çizmek gerekiyor. Yetişkinlere dönük programlardaki şiddet görüntüleri ve çocuk programları, özellikle çizgi filmlerdeki şiddet görüntüleri. Bunu ayırmamın iki nedeni var. Birincisi, çocukların yetişkinlerin televizyon izlediği saatlerde televizyon izleyip izlememeleri gibi bir sorun var. Bilindiği gibi, ailelerin pek çoğunda çocuklar, belli bir saate kadar anne-babayla birlikte teevizyon izlemektedir. En azından haberlerde aile birliktedir. Ancak televizyon konusunda duyarlı ve dikkatli davranarak çocuklarına belli saatlerde kısıtlamalar getiren aileler de ne yazık ki çocuklarını çizgi filmlerden koruyamamaktadır. Yani bir yerden kaçarken diğer tarafa yakalanmaktadırlar.
Bazı çizgi filmlerde karakterler onca şiddetten sonra ayağa kalkabilmektedir. Yani orada uygulanan şiddetin zarar vermediği gibi bir algılama da söz konusu olabilmektedir. Ayrıca filmlerde sevilen karakterler karşılarındaki kişilere şiddet uyguladıklarında çocuklar tarafından coşku ve heyecanla izlenmekte ve kahramanın yenmesi yönünde tezahürat yapılmaktadır.
İstanbul'da 1995 ve 1999 yıllarında 5-7 ve 10-12 olmak üzere iki farklı yaş grubunu kapsayan toplam 509 çocuk üzerinde yapılan bir çalışmada, çocuklara sorulan çeşitli sorularla çocukların haberleri nasıl algıladıkları ve tanımladıkları saptanmış. 5-7 yaş grubundaki çocuklar, bilindiği gibi kavramları ana dilinden basit sözcükler ve sembollerle tanımlayabilirler.
Haberlerde yer alan silah, bomba, kanlı bıçak, ambulans, çarpışan arabalar, birbirini vuran insanlar, yanan ormanlar, yanan ve yıkılan evlerin hepsi de olumsuzluk içermekte ve nitekim çocuklar tarafından da öyle algılanmaktadır. "Sana göre haber nedir?" sorusuna gelen yanıtların içinde en çarpıcı olanlarına baktığımızda adeta büyüklere ders verir nitelikte olduğunu görüyoruz. 6 yaşındaki bir kız çocuğu haberlerde sadece acınacak şeylerin olduğunu söylerken, 6 yaşındaki bir erkek çocuk ise haberleri korku filmi seyrettiğini ifade etmektedir. Tek veya iki kelimeyle tanımlamaları istendiğinde ise ağırlıklı olarak"savaş-ölüm", "kaza-ölüm" kavramları çıkmıştır (Rigel,1999). Ölümü sıradan bir olay gibi görmeye alıştırılmış bir nesil geliyor....
A.B.D'de yapılan bir araştırmada ise televizyonun şiddet eğilimlerini ortaya çıkarttığı ve kışkırttığı neredeyse kanıtlanmış ve onaylanmıştır. Televizyon, beyazların oturduğu mahalleye zencilerin mahallesinden 10 yıl önce gelmiş. Her iki mahallede de televizyon gelmeden önce ve geldikten sonraki suç oranlarında inanılmaz bir artış olduğu görülmüş.
Şiddet konusunda son olarak şunu ifade etmek gerekiyor. Tek başına televizyondaki şiddet görüntülerinin çocukları şiddete yönelttiğini söylemek elbette yanlış. Ancak, araştırmalara göre, çocuğun şiddete başvurması, çocuğun bulunduğu aile ortamı, çevre ve eğitime paralel olarak değişim göstermektedir. Örneğin sevgi ve huzur dolu bir ailede bulunan ve iyi bir eğitim alan bir çocukla, aile içinde şiddete maruz kalan, ya da ailede ve çevresinde şiddete tanık olan ve iyi bir eğitim olanağına sahip olamayan çocuklar, ve hele sokaklarda her türlü şiddetin içinde yaşayan çocuklar yanyana konduğunda ne demek istendiği daha iyi anlaşılacaktır. Belki de deyim yerindeyse televizyondaki şiddet görüntüleri çocuğun şiddete başvurma nedenleri arasında ikincil ama önemli bir yer tutmaktadır.
6.Okumaya, düşünmeye ve başarıya etkisi
İlk paragraflarda sözünü ettiğmiz yazılı kültür-televizyon ilişkisini anımsayalım. Bilindiği gibi yazılı kültür, düşünmeyi, yorumlamayı ve sorgulamayı sağlar insanlara... Oysa televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte bir "gösteri" çağı başlamış, bu eğlence ve gösteri çağının başlamasıyla birlikte insanlar sadece gösterilenleri almakla yetinir olmuşlardır. Artık bırakın yorumlamayı, düşünmek bile en son düşünülen şey olmaya başlamıştır. Kırk yılda bir düşünmeye iten bir program olsa bile insanlar "bütün gün yoruluyoruz zaten" diyerek eğlenceyi ve gösteriyi tercih etmektedirler. Oysa bilindiği gibi "Antik Yunanda, boş zamanda yapılan tek şey düşünmekti. Öyle ki 'boş zaman' ya da 'serbest zaman' ı karşılayan leisure, okul için kullanılırdı" (Postman,1995;18).
Yetişkinlerin bile televizyon tutsağı oldukları ve çoğu kez etkilendikleri bir ortamda çocukların bundan soyutlanamayacağı ortadadır. Kaldı ki yarının yetişkin bireyleri olacak olan çocukların algılama ve bilinç düzeyi düşünüldüğünde durumun daha da vahim olduğu görülmektedir. Televizyon tek yönlü bir toplumsallaştırma aracıdır, çünkü çocuk televizyona soru soramamakta, açıklama isteyememekte ve itiraz edememektedir. Çocuk televizyona maruz kalmaktadır, çünkü etkileşim tek yönlü bir biçimde gerçekleşmekte, yani sadece televizyondan çocuğa doğru olmaktadır.
Çocuklar televizyon önünde duygusal olarak hissetmektedirler, fakat kanıt aramamaktadırlar ve çok defa de düşünmemektedirler. Yaratılış olarak, bu durum kanıtlamaya direnmeyi geliştirmemektedir. Bilişsel çalışmanın olmaması da çocuğun yorulmasını doğurmaktadır. Tüm bu genel durum, çocuğun televizyon yayınlarını kolayca emmesini ve içine çekmesini kolaylaştırmaktadır... Televizyon uyutmaktadır. Televizyon eğlendirmekte ve doyurmaktadır. Bu iki olanak uyutmak için en fazla kullanılan yöntemdir (Saatçılar,1997).
Ayrıca çocuğun aşırı bir biçimde televizyon izlemesi, onu okumaktan, sinema ve tiyatroya gitmekten, hatta çoğu kez oyun oynamaktan bile yoksun bırakmaktadır. Çocuğun sosyal ilişkileri zayıflamakta ve içe kapalı bir hale gelebilmektedir. Öyle ki çoğu kez yemek yemek için bile anne babasının yanına gitmemekte ve yemeği tepsi içinde sunularak televizyonu izlerken yemesi sağlanmaktadır.
Televizyon izlenirken programların sık sık reklamlarla kesilmesi, dikkatin sürekliliğinin yitirilmesine yol açmakta, yoğunlaşma kapasitelerinin bozulmasına neden olmaktadır. Bunların dışında televizyon, çocukta yazısal anlatımdan hareketle öykü inşası için zorunlu olan kapasiteyi, zihinsel imgelerin inşası kapasitesini azaltmaktadır (Revue,1998;37). Görüldüğü gibi belki daha az önemli değil ama, televizyon şiddetin de ötesinde çocuğun kişisel gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir.
7.Kültürel yabancılaşmaya etkisi
Bilindiği gibi televizyondaki programların bazıları, çizgi filmlerin ise neredeyse tümü dış kaynaklıdır. Yani bu ürünleri tüm dünya ülkeleri izlemektedir. Bu ise her toplumda ve o toplumdaki bireylerde ve özellikle çocuklarda farklı etkilenmeler yaratmaktadır.
Eğlence endüstrisiyle tüm toplumlar aynı anda etkilenmektedir. Geleneksel toplumların kültürleri üzerinde bu yolla televizyon, negatif etki yaratmaktadır. Endüstrileşmiş toplumlar işleyim ritmi açısından bu mesajları kabul etmeye daha uygundur. Mesajları ulaştıran dil de ulus kültürleri ve alt kültürleri bozmaktadır. Kültürel yabancılaşmayı arttırmaktadır (Mac Brides,1981;160-162).
Dolayısıyla çocuklar, kendi öz kültür ürünleri ile değil, başka ülkelerde üretilen kahramanlar ve farklı değerlerin işlendiği programlarla büyümektedirler. Bu da çocukları kendi ulusal kültürümüze yabancılaşmayı doğurmaktadır.
8.Dildeki yozlaşmaya etkisi
Yine bir üst başlıkta ifade edilen etkilenmeler nedeniyle televizyon, en önemli ifade ve iletişim aracı olan dil üzerinde de oldukça olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Bu etkilenme iki biçimde olmaktadır. Birincisi kullanılan sözcük sayısının azlığı... İkincisi ise kendi ana dilinin yozlaşmaya başlamasına etkisi... Bu iki etmen, yabancı kaynaklı programların yanısıra, yerli programlarda da sıkça rastladığımız türkçenin yanlış, kötü, yabancı özentili ve kısır bir şekilde kullanılımasından ileri gelmektedir.
9.Kendi kimliklerinin bağımsız ve özgün bir biçimde oluşmasına etkisi
Burada aktarılan hiçbir maddenin birbirinden bağımsız olarak değerlendirilemeyeceği açıkça görülüyor. Aynı şekilde çocukların bu etkilenmeler çerçevesinde kendi özgün kimliğini ve kişiliğini oluşturamaması da çok doğaldır. Kanımızca en sinsi tehlikelerden ve olumsuzluklardan biri de budur. Çocuk, kendini izlediği programlardaki kişilerin veya daha yoğun olarak filmlerdeki karakterlerin yerine koymaktadır.
Çoğu kez hayran olduğu kahraman ya da karakter, büyüyünce olmak istediği kişidir. Böylece çocuk kendi kişisel bilinci, çalışması ya da yetenekleri ile değil, tamamen farklı etkilenmelerle büyüyünce "O" (o her neyse) olmak istemektedir. Bu bazen bir yarışma programı sunucusu, bazen filmdeki kötü adamları döven erkek karakter, bazen de güzelliği sayesinde zengin ve yakışıklı bir erkekle evlenen bir kadın karakter olabilmektedir. Bu örnekleri uzatmak mümkündür. Bunlar da biraz önce değindiğimiz okuma, yorumlama ve yargılama yetilerinin bilinen nedenlerle gelişmemesinden kaynaklanmaktadır.
10.Çocukluğun yitirilişi ve masumiyetin yok oluşuna etkisi
Tüketim ve şiddet başta olmak üzere tüm bu etkilenmelerin sonucu artık eski çocuklara benzeyen çocukları görebilmemiz neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Giysileri, tüketimleri, tavırları, yok olmaya başlayan oyunları ve nesneleştirilen minicik bedenleriyle artık çocukluk yok olmaktadır. Çocukluğun yok olmaya başlamasıyla da çocukla özdeş, insanların o dönemine atfedilen "masumiyet " de giderek ortadan kaybolmaya başlamıştır.
Tüketim adı altında günümüzde her yerde, hem yokoluşları hem de karikatürsi dirilişleri kutsayan bazı tarihsel yapıların parçalanmasına tanık oluyoruz. Aile çöküyor mu?, aile yüceltilir. Çocuklar artık çocuk değil mi? çocukluk kutsanır (Boudrillard,1997;116).
Çocuklar, belirli bir biçimde televizyon aracılığıyla, çocukluklarında yoksun bırakılmaktadırlar. Televizyon sayesinde, çocuklar çaresiz bir biçimde yetişkinler konumuna alıştırılıyorlar. Televizyon çağından önce, ana okullarındaki çocukların yapmış oldukları resimler daha çocuksu ve barışçıl iken, günümüzde yok edici robotlarla dondurulmuş şiddet içeriklidir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Peki ne yapmalı? Sadece araştırmak, incelemek ve konuşmak yeterli mi? Elbette değil... Şimdiye dek pek çok ülkede yapılan araştırmalar, televizyonun çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini kanıtladığına göre artık önlemler alınması için harekete geçme zamanı gelmiştir..
Harekete geçerken de çözüm önerilerinin doğru saptanması kadar bunların doğru adrese ifade edilmesi de önem taşımaktadır. Örneğin çözümü salt devletten beklemek kadar tek başına televizyon kanallarından beklemek de yanlıştır.
Şu anda televizyonu çocukların hayatından baskı yoluyla çıkartamayacağımıza göre yapılabilecek şeyler bellidir. Aileler ve sivil toplum örgütleri bu konuda en başta gelen doğru adreslerdir. Ben burada önce ailelerin beklentilerini ve yapabileceklerini, daha sonra da sivil toplum örgütlerinin yapabileceklerini, en son da genel olarak birkaç öneriyle çalışmamı bitirmek istiyorum.
Ana babaların televizyon programlarının içeriği ile ilgili istekleri şunlar:
1.Televizyonda gösterilen vurdulu kırdılı şiddet içeren filmlerin ya da reality-showların, yayından kaldırılması ya da geç saatlerde yayına konması.
2.Özellikle, haberlerde, şiddet içeren ve üzücü görüntülerin yer almaması ve defalarca, üstü bantlı olsa da gösterilmemesi.
3.Çocuklara duygu ve davranışlarıyla örnek olabilecek çocuk oyuncu ya da oyuncuların rol aldığı yerli dizi filmlerin gösterilmesi.
4.Televizyonda çocuk programlarının ve çizgi filmlerin çeşidi ve süresinin arttırılması ve bu filmlerin arka arkaya değil de aralıklarla gösterilmesi.
5.Türk kültüründe yer etmiş halk tiplemelerinin çocuk programlarında daha çok yer alıp çocuklara tanıtılması.
6.Çocuk dizileri ve çocuk programlarında argo sözcüklerin kullanılmaması.
7.Özellikle çocuk yuvalarına giden çocuklar düşünülerek çocuklara yönelik programların akşam 19.00 ile 21.00 arasında gösterilmesi.
8.Türk televizyon kanalları arasında sadece çdcuklara yönelik ve çocukların sunduğu bir kanalın yer alması (Başal,1999).
Çocuklara yönelik programlar hazırlanırken, program yapımcıları tarafından çocukların özellikleri dikkate alınmalı ve gelişimin en hızlı olduğu okul öncesi dönemde onların dış uyarılardan çok fazla etkilenebilecekleri düşünülmelidir.
Ailelere düşen öncelikle çocuğu televizyon karşısında yalnız ve savunmasız bir biçimde bırakmamak, mümkün olduğunca birlikte izlemek. Konuşarak, anlatarak ve paylaşarak. Sonra da çocukları okumaya sevketmek ve televizyon izlemelerine belli ölçülerde sınırlandırmalar getirmek.
Sivil toplum örgütleri birlikte hareket ederek en azından başlangıç olarak çocuklara yönelik tüm programlarda yer alan şiddet unsurlarının kaldırılmasını sağlamaları gerekmektedir. Şiddet ya da çocuklara zararlı olduğu düşünülen unsurların yer aldığı programlarda kodlama sistemi uygulanabilir.
Salt çocukların değil, yetişkin bireylerin de okuma alışkanlıklarının ve bunun uzantısında sağlanacak olan yetilerin kazandırılması gerekir. Yine bu çerçevede televizyonda izlenen görüntülerin anlamlarının okunması ve yorumlanması eğitimi verilmelidir. Başta yetişkin bireyler olmak üzere görüntülerin okunması ve yorumlanması öğrenildiği takdirde izleyiciler televizyon karşısında savunmasız ve bilinçsiz bir durumda olmaktan kurtulacakları için uğranılacak zarar ya da olumsuz etkilenmeler sıfırlanamasa da minimuma inecektir.
Postman ve Powers, izleyicinin kendini savunabilmesi için, hazırlıklı bir kafaya ve birbirini bütünleyen bir değer sistemine sahip olması gerektiğini belirtirler (Postman ve Powers,1996;83-102). Buna kavuşmanın yolu ise, insanların okuma alışkanlığını kazanması, düşünme, tartışma ve yargılama yetisine kavuşması ve herkesin yararlı birer hobi edinmesinden geçmektedir.
Belki kat edilmesi gereken yol çok fazla... Ama istersek yapabiliriz....
KAYNAKLAR
BAŞAL, H.A.(1999), "3-6 Yaş Çocukların Günlük Yaşamlarında "Televizyon" ve "Televizyon" ile İlgili Ana-Baba Görüşleri" İletişim Ortamlarında Çocuk Birey Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 13-15 Nisan 1999, A. Ü İl.Fak.
BATMAZ, V. (1998), "Televizyonlar MGK Gündemine Alınmalı", Radikal, 28 Şubat
BOUDRILLARD, J. (1997), Tüketim Toplumu, Çev.Hazal Deliçaylı, Ayrıntı Yay., İstanbul
BURTON, G. ( 1995), Görünenden Fazlası, Çev.Nefin Dinç, Alan Yay., İstanbul
BÜKER, S.-KIRAN, A. (1999), Reklamlarda Kadına Yönelik Şiddet, Alan Yay., İstanbul
DURLU, L.Ö.(1995), "Bilgisayar Oyunları ve Cinsiyet Rolleri", Çocuk ve Toplum, Gündoğan Yay., Ankara
FROMM, E.(1991), Sahip Olmak Ya Da Olmak, Çev.Aydın Arıtan, Arıtan Yay., İstanbul
HAMELINK CEA, H.(1997), International Communication Market and Morality Der: Ali Mohammady, International Communication and Globalization, Sage Publ., London
KAPFERER, J.N.(1985), Çocuk ve Reklam, Çev., Şermin Önder, Afa Yay., İstanbul
KURUOĞLU, H. (1999) ,"Televizyon Reklamlarında Çocuk", İletişim Ortamlarında Çocuk Birey Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 13-15 Nisan 1999, A. Ü İl.Fak.
MAC BRIDE, S.(1981), Many Voices One Word, Sage Publ., London
POSTMAN, N. (1995), Çocukluğun Yokoluşu, Çev.Kemal İnal, İmge Yay., İstanbul
POSTMAN, N. (1994), Televizyon:Öldüren Eğlence, Çev.Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., İstanbul
POSTMAN, N.-Powers,S.(1996), Televizyon Haberlerini İzlemek, Çev.Aslı Tunç, Kavram Yay., İstanbul
REVUE, (1998), Sciences et Avenir, Şubat
RİGEL, N. (1999), "Child in the News Network", İletişim Fakültesi Dergisi, IX. İstanbul
SAATÇILAR, C. (1997), Anaokuluna Giden Çocukların Sosyalizasyon Süresinde Ebeveynlerin ve Eğiticilerin Rolü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, E.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir
TİMİSİ, N.(1996), Medyada Cinsiyetçilik, Ankara: T.C Başk. Kadın Stat. ve Sorn. Gen. Müd.Yay.
UNNIKRISHNAN, N.-BAIPAI, S. (1996), The Impact of Television Advertising on Chlidren, Sage Publ., New Delhi
YAVUZER, H. (1990), Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, İstanbul
Çocuk Kişilik Gelişimi
0-12 YAŞ ÇOCUĞUNUN KİŞİLİK GELİŞİMİ
Kişilik, bireyin iç ve dış çevresiyle kurduğu, diğer bireylerden ayırt edici tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimidir. Kişilik, bir insanın duyuş, düşünüş ve davranış tarzını etkileyen faktörlerin kendisine özgü bir örüntüsüdür. Ayrıca çok kapsamlı bir kavram olup, bireyin, biyolojik ve psikolojik, kalıtsal ve edinik bütün yeteneklerini, dugularını, isteklerini, alışkanlıklarını ve bütün davranış özelliklerini içine alır. Kişilik devamlı olarak içten ve dış çevreden gelen uyarıcıların etkisi altındadır ve doğuştan yaşamın sonuna kadar bir oluşum süreci içindedir.
Kişilik gelişinimi bilmek ve bu gelişinin nasıl bir yol izlediğini saptamak önemlidir. Ancak bu sayede insanların neden birbirinden farklı olduğunu, olaylara karşı neden farklı tepkilerde bulunduğunu anlayabiliriz. Bunun yanı sıra kişiliği etkileyen faktörleri bilirsek sağlıklı düşünebilen, kendine yetebilen, bağımsız harekat eden gerek topluma gerek kendisine faydalı bireyler yetiştirebiliriz.
Kişilik çoğu zaman karakter ve mizaç kavramları ile karıştırılır. Hatta bazen bu terimlerin eş anlamda kullanıldığı olur.Halbuki bu kavramlar kişilikle aynı anlama gelmez, bu kavramlar kişiliğin bir parçasıdır. Karakter öğrenmeyle kazanılır.Ve bu öğrenme insanın içinde bulunduğu toplumun ahlak anlayışı ve değerler sistemine uygun bir davranış tarzı benimseyip benimsemediğidir. Mizaç ise otonom sinir sisteminin özelliği ve iç salgı bezlerinin az veya çok çalışması gibi kalıtımla gelen fizyolojik özellikler tarafından meydana gelir yani üzerinde beden kimyası etkilidir. Çabuk kızmak, soğuk kanlılık, sıcak kanlılık vs. Tekrarlamak gerekirse kişilik karekter ve mizaçıda içine alan daha kapsamlı bir kavramdır.
Kişiliği ve davranışları etkileyen en önemli faktörlerden biri de, benliktir. Benlik insanın kendi kendini görüş ve kavrayış tarzıdır; bu bakımdan kişiliğin öznel yanını oluşturur. Benliği analiz edersek şunlar karşımıza çıkacaktır.
“ Ben neyim? Bu sorunun cevabını bazı kimseler, daha çok olumsuz olarak, yani “ben becereksizim, çirkinim, soğuk insanın biriyim” diye cevaplayabilir. Bir başkasının ise kendi hakkında “Ben akıllıyım, güzelim, becerikliyim ve sevimliyim”diye daha olumlu bir kanısı olabilir.
“Ben ne yapabilirim? Bende ne gibi yeterlilikler var”, “Ben iyi konışurum, güzel resim yaparım, müzikten anlarım ya da ben matematikte iyi değilim, iyi sporcu olamam” gibi kendimizde ne gibi yeteneklerin olduğuna dair olumlu ve olumsuz değerlendirmelerimiz kendi kendimizi kavrayış tarzımızdır.
“Benim için ne değerlidir? Ben ne yapmalıyım ve ne yapmamalıyım” Örneğin “Başkalarına yardım etmeliyim”, “Para kazanmalıyım”, “kopya çekmemeliyim” ya da yakalanmamak koşulu ile kopya çekmekte sakınca yoktur”, “Herşeyden önce kendimi düşünmeliyim” gibi bireyin içinde bulunduğu toplumda kendine göre edindiği az çok olumlu ya da olumsuz yargılardan meydana gelen bir değerler sistemi verır. Bu da benliğin önemli bir yanıdır.
“Hayatta ne istiyorum? Doktor, sanatkar, mühendis,iyi bir ev hanımı gibi çeşitli emel ve ideallerde benliğin bir yanını oluşturur.
Çocuk doğuştan ben ile ben olmayanı ayırt edemez. Fakat benlik, kişi doğduğu andan itibaren başından geçen sayısız olaylar, çevresinde değindiği kişilerin etkisiyle yavaş yavaş oluşur.
Diğer gelişim alanları gibi çocuğun kişiliği de iki temel etmenin etkileşiminden oluşur: kalıtım ve çevre. Ancak kalıtım çocuğun kişilik yapısını, bedensel ve bilişsel yapısından daha az etkiler; çevresel ve sosyal etmenler ise bu konuda çok daha önemli rol oynar. Kalıtımın etkisini yeni doğmuş bebekler arasındaki farklılıktada görebiliriz. Bazı bebekler sakin, bazıları hareketli, bazıları ise huysuz olurlar. Ancak onların başlangıçta gösterdikleri bu eğilimlerin ne yönde gelişeceği sosyal çevrelerindeki etmenlere bağlıdır. Örneğin doğuştan sakin bir bebek annesince ihmal edilir ya da sürekli olarak sert davranış görürse sonuçta huysuz ve tedirgin bir çocuk olabilir, kısaca kişilik gelişimi büyük ölçüde sosyal bir olgudur ve çocuğun sosyal çevresi ile olan ilişkilerine çok yakından bağlıdır. Bu yüzden kişilik gelişimine bazen sosyalleşme ya da sosyal öğrenme de denir.
Şimdi kişilik gelişiminin izlediği aşamalara bakalım.
SIFIR YAŞ İLE BİRBUÇUK YAŞ ARASI ( 0-1.5 yaş)
Önce bebeğin yaklaşık bir buçuk yaşına kadar olan gelişimini inceleyelim. Yeni doğan bebeğin çok önemli iki özelliğinden biri yaşayabilmek için tümüyle başkalarına bağımlı ve muhtaç olmasıdır. Ona bakan onu doyuran, koruyan biri olmazsa bebek ölür. Bu temel özellik çocuğun daha yaşamının ilk anından itibaren başka insanlarla ( anne veya anne yerini tutan bir başka kişi v.b ) bir sosyal ilişki içinde olduğunu göstermektedir.
Yenidoğan bebeğin diğer önemli özelliği tümüyle kendi gereksinimlerini gidermeye yönelik olmasıdır. Bu özelliğine egosantrik de diyebiliriz. Ancak burada söz konusu olan bencillik bilinçli olarak kendi gereksinimlerini en ön planda tutmak değildir.
Bebek ilk ilişkisini bu çerçeve içinde annesi ya da annelik görevini yapan kişi ile kurar. Çocuğun bu ilişki içinde iki temel gereksinimi vardır: fiziksel bakım ( doyurma ve korunma ) ve sosyal bakım ( sevgi ve duygusal yakınlık ). Bu iki temel gereksinimin nasıl ve ne ölçüde yerine getirildiğini bilirsek çocuğun ilerdeki kişiliğinin temeli hakkında çok şey öğrenmiş oluruz. Önce fiziksel bakımı ele alalım. Olumlu bir anne çocuk ilişkisinde çocuk zamanla annesini ve ona doyum veren, onu koruyan, rahat ettiren bir kişiyi bir ödül kaynağı olarak beller, ona değer verir. Anne yokken arar, görünce sevinir, ona bağlılık duyar ve bağlanır. Bebeğin kısa süre de olsa annenin gözden uzaklaşmasına dayanabilmesi bebeğin özbenliğine de varlığı artık kesinlik kazanmış bir anne tasarımının bulunduğunu gösterir. Anne bir süre gözden uzaklaşmış olabilir, fakat az sonra gelecektir, çünkü gözden şu anda silinmesi tümden yok olması değildir. Demek ki düzenli alma verme ilişkisi bebeğin zihninde annenin sürekliliğini sağlar. Anne çocuğa karşı tutarlı ve olumlu ise çocukta genel olarak yaşamda doyum bulacağına ilişkin bir temel güven duygusu oluşmaya başlar. Ama anne tutarsız, olumsuz ya da kaygılı ise çocuk bu temel güveni oluşturmakta zorluk çeker.
Fiziksel bakım eksiksiz de olsa temel güveni oluşturmada tek başına yeterli değil. Sevgi ve duygusal yakınlık görmeyen çocuğun kişiliği bu durumdan olumsuz etkilenir. Hatta bakım evlerinde yaşayan çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar yeterli fiziksel bakım gören ama sevilip okşanmayan, konuşulmayan çocukların önce çevreden ilgi aradıkları, fakat zamanla adeta yaşama küsüp çevreyle ilişkilerini kestiklerini ortaya koymuşturlar. Oysa sevgi ve duygusal yakınlık gören çocuk insanlarla ilişki kurmayı tatmin edici bir olay olarak görür. Annesinin ona değer vermesi onda değerli olduğu kanısını uyandırır. Genellikle insanlarca sevileceğine, sevilmeye değer bir insan olduğuna ilişkin temel güven oluşturur. İşte, anne çocuk ilişkisindeki bu süreklilik, tutarlılık ve aynılık çocukta “Temel güven duygusunun” özünü oluşturur.
Bununla birlikte bütün yaşlarda yaklaşmakta olan tehlikeyi veya rahatsızlığı sezmek için dürüst ve dürüst olmayan insanlar arasında ayrım yapmak için biraz güvenmemede gereklidir. Ama eğer güvenmeme güvenmeden az olursa çocuk ya da gelişmiş insan hayal kırıklığına uğrayabilir, şüpheci ve kendine güvenden yoksun olabilir
Kişilik gelişimini etkileyen diğer bir faktör ise duygusal gelişimdir.Duygusal gelişim sağlıklı bir insan gelişimini inceleyebilme açısında önemli olduğu kadar, duygusal temelde sorunları olan çocukların bu sorunlarının anlaşılması ve tedavisi açısından da araştırılması gereken bir konudur.Duygusal gelişimin parçası olan korkuya şöyle bir bakalım. Bu dönemde ses korku yaratan uyarıcılar arasında birinci sırada gelir. Altıncı ayda veya daha ileri aylarda bebeklerin yaşındaki ilerlemeye bağlı olarak bebeklerde uçurum görüntüsüne karşı korku tepkileri artmıştır.Diğer bir korku türü ise bebeklerin yabancılara karşı gösterdikleri korku tepkileridir.7. ve 8. aylarda yabancılara karşı hissettikleri korku duyguları birinci yaşın sonuna doğru yoğunluk ve sıklık gösterir.
Bebeklik çağında öfke ve saldırganlık tepkisi çocuğun bir kimse ya da olay tarafından engellenmesinden doğar. Bu engeller en belirgin şekilde şu alanlarda ortaya çıkar; yemek yeme, temizlik, tuvalet eğitimi, uyku, oyundan alıkonma. Bu tür engellere karşı bebeğin ilk tepkisi, hedefi belli olmayan bir ağlama ve çırpınmadır. Giderek çevresinin ödüllendirdiği yönde davranışını belirler, bağırma, tepinme, inatla nefes tutup çevresini korkutma gibi yöntemler bulur.
BİRBUÇUK YAŞ İLE ÜÇ YAŞ ARASI (1.5- 3 yaş )
Çocuk, fiziksel ve psikolojik olarak bağımsız oldukça kişilik için yeni olanaklar ortaya çıkar. Çünkü bu dönemde kas ve hareket gelişim hızlanmıştır ve ayağa kalkıp yürüyen çocuk anne kucağından çevreye doğru uzanmaya, kendi başına hareket etmeye başlar. Bu yılların olumlu unsuru özerklikken, olumsuz unsurlar utanma ve süphedir. Bu dönemde çocukta işeme ve dışkılama işlevini gören kaslar olgunlaşmaya başlamıştır. Dolayısıyla bu kasların olgunlaşması, işeme ve dışkılamanın artık isteğe bağlı olarak yapılabileceği anlamına gelmektedir. Yani çocuk isterse tutar, isterse bırakabilir. Böylece birbirine karşıt iki istek, iki eğilim ortaya çıkmıştır. Çocuk, birbirine karşıt iki eğilim arasında bir şeçim yapabilme durumuna gelmiştir. Bu durum çocuk için yepyeni bir yetinin gelişmesi demektir: tutmak ya da tutmamak; yapmak ya da yapmamak. İşte, özerklik duygusu birbirine karşıt istek ve eğilimler arasında bir şeçim yapabilme gücüdür. Utanma kişinin pantolonunun inikken kendine bakıldığının farkında olduğu anlamına gelir. Şüphe çocuğun göremediği ve kontrol etmeye çalışması gereken, bilinmeyen “arka” ile ilgilidir.
İşeme ve dışkılamayı isteyince tutabilme ya da bırakabilme giderek toplumsal anlam taşıyan birçok davranış örüntülerine geçer ve genelleşir. Bu dönemde çocuk kakasını ne zaman, nereye yapabileceği veya evin nerelerini araştırmaya müsade edildiği gibi kurallarla karşılaşır.Bu kuralar çocuğun gelecekte karşılaşacağı toplumsal kurallar karşısında çocuğu hazırlar.Burada dikkat edilecek nokta çocuk özerkliğini kazanırken onu kurallar altında ezmemek ve kişilik gelişiminin önünü tıkamamaktır.
Çocuk içinde bulunduğu toplumun beklentilerine göre bazı şeyleri yapmayı, örneğin kakasını, çişini uygun zaman ve yerde bırakmak üzere tutabilmeyi öğrenirken ağır utandırmalar ve cazalarla karşılaşırsa utanç ve kuşkuculuk duyguları yerleşir. Böylece bu duyguların etkisi ile şeçim yapabilme ve irade yetilerinin gelişmesi kösteklenebilir. Bu evrede istenmeyen gelişme utanç ve kuşkuculuk duygularının aşırı gelişmesidir.
Kısaca bu dönemdeki en önemli gelişme çocuğun yürüme, konuşma ve tuvalet becerilerini kazanmasıdır.
Bu dönemdeki korkulara bakacak olursak çocukların korkularında farklılaşma ve artmalar görülür. Bu dönemdeki korkular karanlık, köpek, şimsek, ani ses ve yalnız kalma v.s sayılabilir. Ayrıca tuvalet eğitimide bazı çocuklarda korkuya neden olur ki bunun nedeni alaturka tuvalettir çünkü çocuk kakasını kendisine ait bir parça olarak görür ve kendine ait bir şeyinde gitmesi çocuğu korkutur, kaygılandırır. Bu noktada dikkatli olmak gerekir. Çocuğun korkularını etkileyen başlıca faktörler:
1. 1. 1. Zeka
2. 2. 2. Cinsiyet
3. 3. 3. Sosyo-ekonomik statü
4. 4. 4. Sosyal ilişkiler
5. 5. 5. Fizyolojik koşular
6. 6. 6. Kişilik yapısı şeklinde sıralanabilir.
Duygular konusunda yetişkinlere düşen görev, onların doğal olduğunu kabul etmek ve çocuğun duygusunu dile getirmesine saygı göstermektir. Duygu doğru ya da yanlış değildir, sadece gerçektir. Ancak duygunun yol açtığı davranış doğru ya da yanlış olabilir. Demek ki Ali’nin babasına kızması yanlış değildir. Ancak bu kızgınlığı ifade şekli saldırgansa, o davranış yanlıştır.
Üç yaşlarından itibaren öfke nedenleri daha çok sosyal olaylardır; örneğin bir akranla tartışma, bir yetişkinle denetim çatışması, bağımsızlık isteği gibi.
Öfke ve saldırganlık tepkilerine her zaman bastırılması gereken uyumsuz tepkiler olarak bakmamalıyız. Bazı durumlarda çocuğun öfkelenmesi uyumlu olmaktan öte, gereklidir. Hakkı çiğnenen, emekle yaptığı bir resmin başkası tarafından yırtıldığını gören, daha büyük bir çocuğun kardeşini dövdüğünü gören çocuğun öfkelenmesi ve hatta saldırganlık göstermesi doğaldır. Aynı şekilde ona verdiği sözü tutmayan yetişkine kızmasıda doğaldır.
Ancak, haksız istekleri reddedilince, yaptığı işte zorlukla karşılaşınca, yetişkinlerden sürekli ilgi görmeyince öfkelenip saldırgan olan çocuk, uyumsuz demektir. Saldırganlık konusunda yetişkine düşen görevleri şu şekilde sıralayabiliriz;
1. 1. 1. Çocuğun öfkesini anlamaya çalışmak, öfkenin doğal bir duygu olduğunu kabul etmek.
2. 2. 2. çocuğun çevresine ya da kendisine zarar verecek davranışlar yapmasını önlemek.
3. 3. 3. çocuğa saldırganlıktan başka çözümler olduğunu öğretmek.
4. 4. 4. İyi model oluşturmak
Kıskançlık temelde güvensizlikten kaynaklanan bir duygudur. O ana değin sadece kendisine yöneltilen dikkat ve ilgi, bir başkasına da yöneltilince çocuk kendisini bırakılmış, güvensiz ve desteksiz hisseder. İstediği ilgiyi elinden alan kişiye karşı çocuk öfke ve hınç duyar, öç almak ister ve kendi kendine karşı acıma duygularıyla dolar. Aradığı ilgiyi yine kendi üzerine çekmek isteyen çocuk elinden geleni yapar, yaramazlık edip dayak yese bile razıdır, çünkü dayak bile unutulmaktan daha iyidir. Burada çocuğun bir çeşit mücadeleye girdiğini söyleyebiliriz.
ÜÇ İLE ALTI YAŞ ARASI( 3- 6 yaş)
Bir kişi olduğuna iyice ikna olduğundan, çocuk şimdi ne çeşit bir insan olacağını öğrenmek zorundadır. Çocuk ebeveynleri gibi olmak ister ki ebeveynleri ona çok güçlü ve güzel gözükürler. Bu dönemin teması büyük ve güçlü olarak algılanan ebeveynleriyle çocuğun kendini bir kimlik içinde bulması diğer bir deyişle çocuğun anne ve babası gibi olmak istemesidir. Anne ve baba özdeşimi ile çocuk benliği gelişir ve çocuk içinde bulunduğu toplumun rollerine, işlevlerine, kurallarına göre davranmaya; o toplumu için geçerli araç-geçeci kullanmaya, kendinden küçük çocuklara bakım vermeye yönelir ve sorumluluk duygusu gelişir. Kazandığı güven ve özerklik duyguları oranında yavaş yavaş çevresini keşfetmekte, çevre üzerinde bir denetim gücü kazanmaktadır. Bu amaçla kendi bedenine, cinsel ayrılıklara, genellikle çevrede olagelen herşeye karşı derin, bitmek bilmez bir soruşturma ve öğrenme eğilimi gösterir.
Bu dönemde çocukların davranışlarında girişimcilik baskındır. Yalnız gerçek çevreye karşı değil, düşlemlerinde de eylemleri girişimcilik ve atılganlık biçimindedir. Başkalarının üzerine atılma, saldırgan konuşmalar ve sorularla insanların kulaklarına, zihnine girme; canlı hareketlerle çevreye fırlama, bitmeyen öğrenme tutkuları ile bilinmeyene doğru atılmalar bu dönemin belirgin özellikleridir. Çocuğun girişimciliği ve atılganlığı ve öğrenme tutkusu ona bir şeyler becerme, becerebilme yetisini kazandırır. Burada benliğe yerleşen temel öğe girişim duygusudur. Korkular, aşırı şuçlama, cezalar ya da başka engeller bu girişim duygusunun gelişmesini kısıtlayabilir. Bu engellenmeler ilerde cinsel alanlarda ve toplumsal girişimde çeşitli derecelerde kısıtlanış belirtilerine yol açar. Özetle, çocuğun 3-6 yaşlarında gelişen olumlu benlik öğesi girişim duygusudur. Girişim duygusu özerk ve özgür düşünmek, geleceğe yönelik emeller beslemek ve eyleme geçmek için rahatlık ve güç sağlar. Bu dönemin tehlikesi aşırı suçluluk duygusunun gelişmesidir.
ALTI İLE ONİKİ YAŞ ARASI ( 6- 12 yaş )
Çalışma çağı başlamıştır. Çocuk burada daha büyük bir bilgi ve çalışma dünyasına girmek ister. Teması “öğrendiğim neyse ben oyum” dur. Büyük olay toplumun teknolojisine açık olan okula başlangıçtır. Bununla beraber öğrenme sadece okulda değil, aynı zaman da sokakta, arkadaşlarının evinde ve kendi evinde olur. Çocuk ruhsal dünyası ile artık gerçek yaşama girmeye hazır gibidir. Bu dönemde bütün toplumlarda çocuklar düzenli, tutarlı bir eğitim, öğrenim görür. Bunun yalnız okuma yazma biçiminde olması gerekmez. İlkel toplumlarda ana babadan, büyük çocuklardan öğrenilen bir çok beceriler var. Bu dönemde çocuk büyüklerin dünyasına egemen olan araç-gereci kullanmayı öğrenerek, o toplumun teknolojisinin temellerini benliğine yerleştirir. Çünkü bu dönem çocuğun toplumsal gelişmenin yaşıt ve oyun ortamlarında bir genişleme zamanı değil, aynı zamanda gelecekteki sorumlulukları için hazırlanırken toplumun araçlarıyla uğraşmayı öğrendiği zamandır. Makaslardan, kağıtlardan, boyalardan, boya kalemlerinden çocuklar belli becerileri öğrenerek her tür ilginç, yeni şeyi yapabilir duruma gelmiş olup, resim çizebilir, giysiler dikebilir, pasta yapabilir, model gemi ve uçaklar üzerinde çalışabilir ve okulda iyi not alabilir. Çocuklar okuma ve yazma becerilerinin öğrenilmesiyle yeni bilgilere kapıları açan pek çok becerileri kazanırlar.
Eğer çocuklar bu araçları kullanmaya özendirilir ve başarıları övülürse çocukta çalışkanlık ve başarma duygusu gelişecektir. Bu da, belirli bir noktada, yetişkin sorumlulukları almaya hazır bir “iyi, çalışkan kişi” olarak olumlu bir benlik kavramının gelişmesini kolaylaştıracaktır. Çünkü başarılı deneyimler, çocuğa çalışkanlık duygusu, yeterlilik ve hakimiyet duygusu verirken, bu dönemde çocuğun karşılaşabileceği tehlike, yetersizlik ve aşağılık duygusudur. Eğer çocuklardan çok az ya da çok fazla şey beklenirse ya da çocuklar çabalarından dolayı eleştirilirse bir aşağılık duygusu gelişecektir. Çünkü başarısızlık, yetersizlik ve aşağılık duygusu insanın hiç bir şey için iyi olmadığı fikrini verir. Aile yaşamı çocuğu okul yaşamına hazırlamada başarısız olduğunda ya da okul yaşamı daha önceki evrelerin vaadettriği gelişimi sürdürmeyi başaramadığında bir çok çocuğun gelişimi kesintiye uğrar. Sorun, kötü çalışma alışkanlıkları, başarısızlık korkusuyla yarışmalardan kaçınmak ve daha sonraki gelişim görevleriyle başa çıkmada bir yetersizlik olacaktır. Bu dönemde bir başka tehlike çocuğun öğretileni olduğu gibi alması, bunların dışına çıkmaması ve sonunda öğrendiği bilgi ve teknolojinin kölesi olmasıdır. Böylece çocuk benliği daralır, özerk ve girişimci benlik gelişmesi kısıtlanır.
Kişilik, bireyin iç ve dış çevresiyle kurduğu, diğer bireylerden ayırt edici tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimidir. Kişilik, bir insanın duyuş, düşünüş ve davranış tarzını etkileyen faktörlerin kendisine özgü bir örüntüsüdür. Ayrıca çok kapsamlı bir kavram olup, bireyin, biyolojik ve psikolojik, kalıtsal ve edinik bütün yeteneklerini, dugularını, isteklerini, alışkanlıklarını ve bütün davranış özelliklerini içine alır. Kişilik devamlı olarak içten ve dış çevreden gelen uyarıcıların etkisi altındadır ve doğuştan yaşamın sonuna kadar bir oluşum süreci içindedir.
Kişilik gelişinimi bilmek ve bu gelişinin nasıl bir yol izlediğini saptamak önemlidir. Ancak bu sayede insanların neden birbirinden farklı olduğunu, olaylara karşı neden farklı tepkilerde bulunduğunu anlayabiliriz. Bunun yanı sıra kişiliği etkileyen faktörleri bilirsek sağlıklı düşünebilen, kendine yetebilen, bağımsız harekat eden gerek topluma gerek kendisine faydalı bireyler yetiştirebiliriz.
Kişilik çoğu zaman karakter ve mizaç kavramları ile karıştırılır. Hatta bazen bu terimlerin eş anlamda kullanıldığı olur.Halbuki bu kavramlar kişilikle aynı anlama gelmez, bu kavramlar kişiliğin bir parçasıdır. Karakter öğrenmeyle kazanılır.Ve bu öğrenme insanın içinde bulunduğu toplumun ahlak anlayışı ve değerler sistemine uygun bir davranış tarzı benimseyip benimsemediğidir. Mizaç ise otonom sinir sisteminin özelliği ve iç salgı bezlerinin az veya çok çalışması gibi kalıtımla gelen fizyolojik özellikler tarafından meydana gelir yani üzerinde beden kimyası etkilidir. Çabuk kızmak, soğuk kanlılık, sıcak kanlılık vs. Tekrarlamak gerekirse kişilik karekter ve mizaçıda içine alan daha kapsamlı bir kavramdır.
Kişiliği ve davranışları etkileyen en önemli faktörlerden biri de, benliktir. Benlik insanın kendi kendini görüş ve kavrayış tarzıdır; bu bakımdan kişiliğin öznel yanını oluşturur. Benliği analiz edersek şunlar karşımıza çıkacaktır.
“ Ben neyim? Bu sorunun cevabını bazı kimseler, daha çok olumsuz olarak, yani “ben becereksizim, çirkinim, soğuk insanın biriyim” diye cevaplayabilir. Bir başkasının ise kendi hakkında “Ben akıllıyım, güzelim, becerikliyim ve sevimliyim”diye daha olumlu bir kanısı olabilir.
“Ben ne yapabilirim? Bende ne gibi yeterlilikler var”, “Ben iyi konışurum, güzel resim yaparım, müzikten anlarım ya da ben matematikte iyi değilim, iyi sporcu olamam” gibi kendimizde ne gibi yeteneklerin olduğuna dair olumlu ve olumsuz değerlendirmelerimiz kendi kendimizi kavrayış tarzımızdır.
“Benim için ne değerlidir? Ben ne yapmalıyım ve ne yapmamalıyım” Örneğin “Başkalarına yardım etmeliyim”, “Para kazanmalıyım”, “kopya çekmemeliyim” ya da yakalanmamak koşulu ile kopya çekmekte sakınca yoktur”, “Herşeyden önce kendimi düşünmeliyim” gibi bireyin içinde bulunduğu toplumda kendine göre edindiği az çok olumlu ya da olumsuz yargılardan meydana gelen bir değerler sistemi verır. Bu da benliğin önemli bir yanıdır.
“Hayatta ne istiyorum? Doktor, sanatkar, mühendis,iyi bir ev hanımı gibi çeşitli emel ve ideallerde benliğin bir yanını oluşturur.
Çocuk doğuştan ben ile ben olmayanı ayırt edemez. Fakat benlik, kişi doğduğu andan itibaren başından geçen sayısız olaylar, çevresinde değindiği kişilerin etkisiyle yavaş yavaş oluşur.
Diğer gelişim alanları gibi çocuğun kişiliği de iki temel etmenin etkileşiminden oluşur: kalıtım ve çevre. Ancak kalıtım çocuğun kişilik yapısını, bedensel ve bilişsel yapısından daha az etkiler; çevresel ve sosyal etmenler ise bu konuda çok daha önemli rol oynar. Kalıtımın etkisini yeni doğmuş bebekler arasındaki farklılıktada görebiliriz. Bazı bebekler sakin, bazıları hareketli, bazıları ise huysuz olurlar. Ancak onların başlangıçta gösterdikleri bu eğilimlerin ne yönde gelişeceği sosyal çevrelerindeki etmenlere bağlıdır. Örneğin doğuştan sakin bir bebek annesince ihmal edilir ya da sürekli olarak sert davranış görürse sonuçta huysuz ve tedirgin bir çocuk olabilir, kısaca kişilik gelişimi büyük ölçüde sosyal bir olgudur ve çocuğun sosyal çevresi ile olan ilişkilerine çok yakından bağlıdır. Bu yüzden kişilik gelişimine bazen sosyalleşme ya da sosyal öğrenme de denir.
Şimdi kişilik gelişiminin izlediği aşamalara bakalım.
SIFIR YAŞ İLE BİRBUÇUK YAŞ ARASI ( 0-1.5 yaş)
Önce bebeğin yaklaşık bir buçuk yaşına kadar olan gelişimini inceleyelim. Yeni doğan bebeğin çok önemli iki özelliğinden biri yaşayabilmek için tümüyle başkalarına bağımlı ve muhtaç olmasıdır. Ona bakan onu doyuran, koruyan biri olmazsa bebek ölür. Bu temel özellik çocuğun daha yaşamının ilk anından itibaren başka insanlarla ( anne veya anne yerini tutan bir başka kişi v.b ) bir sosyal ilişki içinde olduğunu göstermektedir.
Yenidoğan bebeğin diğer önemli özelliği tümüyle kendi gereksinimlerini gidermeye yönelik olmasıdır. Bu özelliğine egosantrik de diyebiliriz. Ancak burada söz konusu olan bencillik bilinçli olarak kendi gereksinimlerini en ön planda tutmak değildir.
Bebek ilk ilişkisini bu çerçeve içinde annesi ya da annelik görevini yapan kişi ile kurar. Çocuğun bu ilişki içinde iki temel gereksinimi vardır: fiziksel bakım ( doyurma ve korunma ) ve sosyal bakım ( sevgi ve duygusal yakınlık ). Bu iki temel gereksinimin nasıl ve ne ölçüde yerine getirildiğini bilirsek çocuğun ilerdeki kişiliğinin temeli hakkında çok şey öğrenmiş oluruz. Önce fiziksel bakımı ele alalım. Olumlu bir anne çocuk ilişkisinde çocuk zamanla annesini ve ona doyum veren, onu koruyan, rahat ettiren bir kişiyi bir ödül kaynağı olarak beller, ona değer verir. Anne yokken arar, görünce sevinir, ona bağlılık duyar ve bağlanır. Bebeğin kısa süre de olsa annenin gözden uzaklaşmasına dayanabilmesi bebeğin özbenliğine de varlığı artık kesinlik kazanmış bir anne tasarımının bulunduğunu gösterir. Anne bir süre gözden uzaklaşmış olabilir, fakat az sonra gelecektir, çünkü gözden şu anda silinmesi tümden yok olması değildir. Demek ki düzenli alma verme ilişkisi bebeğin zihninde annenin sürekliliğini sağlar. Anne çocuğa karşı tutarlı ve olumlu ise çocukta genel olarak yaşamda doyum bulacağına ilişkin bir temel güven duygusu oluşmaya başlar. Ama anne tutarsız, olumsuz ya da kaygılı ise çocuk bu temel güveni oluşturmakta zorluk çeker.
Fiziksel bakım eksiksiz de olsa temel güveni oluşturmada tek başına yeterli değil. Sevgi ve duygusal yakınlık görmeyen çocuğun kişiliği bu durumdan olumsuz etkilenir. Hatta bakım evlerinde yaşayan çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar yeterli fiziksel bakım gören ama sevilip okşanmayan, konuşulmayan çocukların önce çevreden ilgi aradıkları, fakat zamanla adeta yaşama küsüp çevreyle ilişkilerini kestiklerini ortaya koymuşturlar. Oysa sevgi ve duygusal yakınlık gören çocuk insanlarla ilişki kurmayı tatmin edici bir olay olarak görür. Annesinin ona değer vermesi onda değerli olduğu kanısını uyandırır. Genellikle insanlarca sevileceğine, sevilmeye değer bir insan olduğuna ilişkin temel güven oluşturur. İşte, anne çocuk ilişkisindeki bu süreklilik, tutarlılık ve aynılık çocukta “Temel güven duygusunun” özünü oluşturur.
Bununla birlikte bütün yaşlarda yaklaşmakta olan tehlikeyi veya rahatsızlığı sezmek için dürüst ve dürüst olmayan insanlar arasında ayrım yapmak için biraz güvenmemede gereklidir. Ama eğer güvenmeme güvenmeden az olursa çocuk ya da gelişmiş insan hayal kırıklığına uğrayabilir, şüpheci ve kendine güvenden yoksun olabilir
Kişilik gelişimini etkileyen diğer bir faktör ise duygusal gelişimdir.Duygusal gelişim sağlıklı bir insan gelişimini inceleyebilme açısında önemli olduğu kadar, duygusal temelde sorunları olan çocukların bu sorunlarının anlaşılması ve tedavisi açısından da araştırılması gereken bir konudur.Duygusal gelişimin parçası olan korkuya şöyle bir bakalım. Bu dönemde ses korku yaratan uyarıcılar arasında birinci sırada gelir. Altıncı ayda veya daha ileri aylarda bebeklerin yaşındaki ilerlemeye bağlı olarak bebeklerde uçurum görüntüsüne karşı korku tepkileri artmıştır.Diğer bir korku türü ise bebeklerin yabancılara karşı gösterdikleri korku tepkileridir.7. ve 8. aylarda yabancılara karşı hissettikleri korku duyguları birinci yaşın sonuna doğru yoğunluk ve sıklık gösterir.
Bebeklik çağında öfke ve saldırganlık tepkisi çocuğun bir kimse ya da olay tarafından engellenmesinden doğar. Bu engeller en belirgin şekilde şu alanlarda ortaya çıkar; yemek yeme, temizlik, tuvalet eğitimi, uyku, oyundan alıkonma. Bu tür engellere karşı bebeğin ilk tepkisi, hedefi belli olmayan bir ağlama ve çırpınmadır. Giderek çevresinin ödüllendirdiği yönde davranışını belirler, bağırma, tepinme, inatla nefes tutup çevresini korkutma gibi yöntemler bulur.
BİRBUÇUK YAŞ İLE ÜÇ YAŞ ARASI (1.5- 3 yaş )
Çocuk, fiziksel ve psikolojik olarak bağımsız oldukça kişilik için yeni olanaklar ortaya çıkar. Çünkü bu dönemde kas ve hareket gelişim hızlanmıştır ve ayağa kalkıp yürüyen çocuk anne kucağından çevreye doğru uzanmaya, kendi başına hareket etmeye başlar. Bu yılların olumlu unsuru özerklikken, olumsuz unsurlar utanma ve süphedir. Bu dönemde çocukta işeme ve dışkılama işlevini gören kaslar olgunlaşmaya başlamıştır. Dolayısıyla bu kasların olgunlaşması, işeme ve dışkılamanın artık isteğe bağlı olarak yapılabileceği anlamına gelmektedir. Yani çocuk isterse tutar, isterse bırakabilir. Böylece birbirine karşıt iki istek, iki eğilim ortaya çıkmıştır. Çocuk, birbirine karşıt iki eğilim arasında bir şeçim yapabilme durumuna gelmiştir. Bu durum çocuk için yepyeni bir yetinin gelişmesi demektir: tutmak ya da tutmamak; yapmak ya da yapmamak. İşte, özerklik duygusu birbirine karşıt istek ve eğilimler arasında bir şeçim yapabilme gücüdür. Utanma kişinin pantolonunun inikken kendine bakıldığının farkında olduğu anlamına gelir. Şüphe çocuğun göremediği ve kontrol etmeye çalışması gereken, bilinmeyen “arka” ile ilgilidir.
İşeme ve dışkılamayı isteyince tutabilme ya da bırakabilme giderek toplumsal anlam taşıyan birçok davranış örüntülerine geçer ve genelleşir. Bu dönemde çocuk kakasını ne zaman, nereye yapabileceği veya evin nerelerini araştırmaya müsade edildiği gibi kurallarla karşılaşır.Bu kuralar çocuğun gelecekte karşılaşacağı toplumsal kurallar karşısında çocuğu hazırlar.Burada dikkat edilecek nokta çocuk özerkliğini kazanırken onu kurallar altında ezmemek ve kişilik gelişiminin önünü tıkamamaktır.
Çocuk içinde bulunduğu toplumun beklentilerine göre bazı şeyleri yapmayı, örneğin kakasını, çişini uygun zaman ve yerde bırakmak üzere tutabilmeyi öğrenirken ağır utandırmalar ve cazalarla karşılaşırsa utanç ve kuşkuculuk duyguları yerleşir. Böylece bu duyguların etkisi ile şeçim yapabilme ve irade yetilerinin gelişmesi kösteklenebilir. Bu evrede istenmeyen gelişme utanç ve kuşkuculuk duygularının aşırı gelişmesidir.
Kısaca bu dönemdeki en önemli gelişme çocuğun yürüme, konuşma ve tuvalet becerilerini kazanmasıdır.
Bu dönemdeki korkulara bakacak olursak çocukların korkularında farklılaşma ve artmalar görülür. Bu dönemdeki korkular karanlık, köpek, şimsek, ani ses ve yalnız kalma v.s sayılabilir. Ayrıca tuvalet eğitimide bazı çocuklarda korkuya neden olur ki bunun nedeni alaturka tuvalettir çünkü çocuk kakasını kendisine ait bir parça olarak görür ve kendine ait bir şeyinde gitmesi çocuğu korkutur, kaygılandırır. Bu noktada dikkatli olmak gerekir. Çocuğun korkularını etkileyen başlıca faktörler:
1. 1. 1. Zeka
2. 2. 2. Cinsiyet
3. 3. 3. Sosyo-ekonomik statü
4. 4. 4. Sosyal ilişkiler
5. 5. 5. Fizyolojik koşular
6. 6. 6. Kişilik yapısı şeklinde sıralanabilir.
Duygular konusunda yetişkinlere düşen görev, onların doğal olduğunu kabul etmek ve çocuğun duygusunu dile getirmesine saygı göstermektir. Duygu doğru ya da yanlış değildir, sadece gerçektir. Ancak duygunun yol açtığı davranış doğru ya da yanlış olabilir. Demek ki Ali’nin babasına kızması yanlış değildir. Ancak bu kızgınlığı ifade şekli saldırgansa, o davranış yanlıştır.
Üç yaşlarından itibaren öfke nedenleri daha çok sosyal olaylardır; örneğin bir akranla tartışma, bir yetişkinle denetim çatışması, bağımsızlık isteği gibi.
Öfke ve saldırganlık tepkilerine her zaman bastırılması gereken uyumsuz tepkiler olarak bakmamalıyız. Bazı durumlarda çocuğun öfkelenmesi uyumlu olmaktan öte, gereklidir. Hakkı çiğnenen, emekle yaptığı bir resmin başkası tarafından yırtıldığını gören, daha büyük bir çocuğun kardeşini dövdüğünü gören çocuğun öfkelenmesi ve hatta saldırganlık göstermesi doğaldır. Aynı şekilde ona verdiği sözü tutmayan yetişkine kızmasıda doğaldır.
Ancak, haksız istekleri reddedilince, yaptığı işte zorlukla karşılaşınca, yetişkinlerden sürekli ilgi görmeyince öfkelenip saldırgan olan çocuk, uyumsuz demektir. Saldırganlık konusunda yetişkine düşen görevleri şu şekilde sıralayabiliriz;
1. 1. 1. Çocuğun öfkesini anlamaya çalışmak, öfkenin doğal bir duygu olduğunu kabul etmek.
2. 2. 2. çocuğun çevresine ya da kendisine zarar verecek davranışlar yapmasını önlemek.
3. 3. 3. çocuğa saldırganlıktan başka çözümler olduğunu öğretmek.
4. 4. 4. İyi model oluşturmak
Kıskançlık temelde güvensizlikten kaynaklanan bir duygudur. O ana değin sadece kendisine yöneltilen dikkat ve ilgi, bir başkasına da yöneltilince çocuk kendisini bırakılmış, güvensiz ve desteksiz hisseder. İstediği ilgiyi elinden alan kişiye karşı çocuk öfke ve hınç duyar, öç almak ister ve kendi kendine karşı acıma duygularıyla dolar. Aradığı ilgiyi yine kendi üzerine çekmek isteyen çocuk elinden geleni yapar, yaramazlık edip dayak yese bile razıdır, çünkü dayak bile unutulmaktan daha iyidir. Burada çocuğun bir çeşit mücadeleye girdiğini söyleyebiliriz.
ÜÇ İLE ALTI YAŞ ARASI( 3- 6 yaş)
Bir kişi olduğuna iyice ikna olduğundan, çocuk şimdi ne çeşit bir insan olacağını öğrenmek zorundadır. Çocuk ebeveynleri gibi olmak ister ki ebeveynleri ona çok güçlü ve güzel gözükürler. Bu dönemin teması büyük ve güçlü olarak algılanan ebeveynleriyle çocuğun kendini bir kimlik içinde bulması diğer bir deyişle çocuğun anne ve babası gibi olmak istemesidir. Anne ve baba özdeşimi ile çocuk benliği gelişir ve çocuk içinde bulunduğu toplumun rollerine, işlevlerine, kurallarına göre davranmaya; o toplumu için geçerli araç-geçeci kullanmaya, kendinden küçük çocuklara bakım vermeye yönelir ve sorumluluk duygusu gelişir. Kazandığı güven ve özerklik duyguları oranında yavaş yavaş çevresini keşfetmekte, çevre üzerinde bir denetim gücü kazanmaktadır. Bu amaçla kendi bedenine, cinsel ayrılıklara, genellikle çevrede olagelen herşeye karşı derin, bitmek bilmez bir soruşturma ve öğrenme eğilimi gösterir.
Bu dönemde çocukların davranışlarında girişimcilik baskındır. Yalnız gerçek çevreye karşı değil, düşlemlerinde de eylemleri girişimcilik ve atılganlık biçimindedir. Başkalarının üzerine atılma, saldırgan konuşmalar ve sorularla insanların kulaklarına, zihnine girme; canlı hareketlerle çevreye fırlama, bitmeyen öğrenme tutkuları ile bilinmeyene doğru atılmalar bu dönemin belirgin özellikleridir. Çocuğun girişimciliği ve atılganlığı ve öğrenme tutkusu ona bir şeyler becerme, becerebilme yetisini kazandırır. Burada benliğe yerleşen temel öğe girişim duygusudur. Korkular, aşırı şuçlama, cezalar ya da başka engeller bu girişim duygusunun gelişmesini kısıtlayabilir. Bu engellenmeler ilerde cinsel alanlarda ve toplumsal girişimde çeşitli derecelerde kısıtlanış belirtilerine yol açar. Özetle, çocuğun 3-6 yaşlarında gelişen olumlu benlik öğesi girişim duygusudur. Girişim duygusu özerk ve özgür düşünmek, geleceğe yönelik emeller beslemek ve eyleme geçmek için rahatlık ve güç sağlar. Bu dönemin tehlikesi aşırı suçluluk duygusunun gelişmesidir.
ALTI İLE ONİKİ YAŞ ARASI ( 6- 12 yaş )
Çalışma çağı başlamıştır. Çocuk burada daha büyük bir bilgi ve çalışma dünyasına girmek ister. Teması “öğrendiğim neyse ben oyum” dur. Büyük olay toplumun teknolojisine açık olan okula başlangıçtır. Bununla beraber öğrenme sadece okulda değil, aynı zaman da sokakta, arkadaşlarının evinde ve kendi evinde olur. Çocuk ruhsal dünyası ile artık gerçek yaşama girmeye hazır gibidir. Bu dönemde bütün toplumlarda çocuklar düzenli, tutarlı bir eğitim, öğrenim görür. Bunun yalnız okuma yazma biçiminde olması gerekmez. İlkel toplumlarda ana babadan, büyük çocuklardan öğrenilen bir çok beceriler var. Bu dönemde çocuk büyüklerin dünyasına egemen olan araç-gereci kullanmayı öğrenerek, o toplumun teknolojisinin temellerini benliğine yerleştirir. Çünkü bu dönem çocuğun toplumsal gelişmenin yaşıt ve oyun ortamlarında bir genişleme zamanı değil, aynı zamanda gelecekteki sorumlulukları için hazırlanırken toplumun araçlarıyla uğraşmayı öğrendiği zamandır. Makaslardan, kağıtlardan, boyalardan, boya kalemlerinden çocuklar belli becerileri öğrenerek her tür ilginç, yeni şeyi yapabilir duruma gelmiş olup, resim çizebilir, giysiler dikebilir, pasta yapabilir, model gemi ve uçaklar üzerinde çalışabilir ve okulda iyi not alabilir. Çocuklar okuma ve yazma becerilerinin öğrenilmesiyle yeni bilgilere kapıları açan pek çok becerileri kazanırlar.
Eğer çocuklar bu araçları kullanmaya özendirilir ve başarıları övülürse çocukta çalışkanlık ve başarma duygusu gelişecektir. Bu da, belirli bir noktada, yetişkin sorumlulukları almaya hazır bir “iyi, çalışkan kişi” olarak olumlu bir benlik kavramının gelişmesini kolaylaştıracaktır. Çünkü başarılı deneyimler, çocuğa çalışkanlık duygusu, yeterlilik ve hakimiyet duygusu verirken, bu dönemde çocuğun karşılaşabileceği tehlike, yetersizlik ve aşağılık duygusudur. Eğer çocuklardan çok az ya da çok fazla şey beklenirse ya da çocuklar çabalarından dolayı eleştirilirse bir aşağılık duygusu gelişecektir. Çünkü başarısızlık, yetersizlik ve aşağılık duygusu insanın hiç bir şey için iyi olmadığı fikrini verir. Aile yaşamı çocuğu okul yaşamına hazırlamada başarısız olduğunda ya da okul yaşamı daha önceki evrelerin vaadettriği gelişimi sürdürmeyi başaramadığında bir çok çocuğun gelişimi kesintiye uğrar. Sorun, kötü çalışma alışkanlıkları, başarısızlık korkusuyla yarışmalardan kaçınmak ve daha sonraki gelişim görevleriyle başa çıkmada bir yetersizlik olacaktır. Bu dönemde bir başka tehlike çocuğun öğretileni olduğu gibi alması, bunların dışına çıkmaması ve sonunda öğrendiği bilgi ve teknolojinin kölesi olmasıdır. Böylece çocuk benliği daralır, özerk ve girişimci benlik gelişmesi kısıtlanır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)